Kategori: Çevre

  • Mersin sahilleri müsilaj tehlikesi altında

    Mersin sahilleri müsilaj tehlikesi altında

    Geçen aylarda Marmara Denizinde devasa boyutlara ulaşarak büyük bir çevre sorununa neden olan müsilaj, Mersin’de de özellikle kapalı küçük koy ve körfezlerde risk oluşturmaya başladı. Mersin sahillerinin müsilaj tehlikesi altında olduğu uyarısı yapan Prof. Dr. Deniz Ayas, önlem alınmadığı ve eylem planları devreye sokulmadığı takdirde kentin büyük bir çevre sorunuyla karşı karşıya kalabileceğini söyledi.

    Deniz bilimciler, müsilaj tehlikesine dikkat çekmeye devam ediyor. Marmara Denizini adeta istila etmesiyle Türkiye gündemine oturan müsilajın devam eden bir sorun olduğu uyarısında bulunan bilim insanları, tehlikenin sadece Marmara’yı değil, sahili olan tüm kentlerini kapsadığını belirterek, bir an önce önlem alınması ve eylem planlarının hayata geçirilmesi gerektiğinin altını çiziyor.

    Mersin risk altında

    321 kilometrelik sahil şeridine sahip Mersin de müsilaj açısından riskli illerin başında geliyor. Özellikle deniz dibinde yapılan çalışmalar, Mersin’in batısında müsilaj olduğunu ortaya koydu. Şimdilik akıntının fazla olmadığı küçük koy ve körfezlerde görülen müsilajın, önlem alınmazsa tıpkı Marmara’daki gibi devasa boyutlara ulaşabileceği ve kentin büyük bir çevre sorunuyla karşı karşıya kalabileceği uyarıları yapılıyor.

    “Mersin’de kapalı koy ve körfezlerde müsilajı görüyoruz”

    Mersin Üniversitesi (MEÜ) Su Ürünleri Fakültesi İşleme Teknolojisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Deniz Ayas, Mersin’deki müsilaj tehlikesini İHA muhabirine anlattı. Müsilajın devam eden bir sorun olduğunu belirten Prof. Dr. Ayas, “Müsilaj, doğal deniz ekosistemi içerisinde özellikle planktonik canlı gruplarının belli şartlar bir araya geldiğinde sayılarını astronomik düzeyde arttırarak oluşturdukları doğal bir olgu. Bu, Mersin’de de oldu. Eğer ortamda azot, fosfor gibi atıksu deşarjından kaynaklı kirleticiler varsa bunlar uygun şartlar sağlıyor. Özellikle sonbahar ya da ilkbahar başlarında planktonik canlı gurupları sayılarını artırarak doğal bir bileşik olan müsilajı oluşturuyorlar. Mersin sahillerinde kapalı koy ve körfezlerde, akıntı hızının düşük olduğu yerlerde biz müsilajı görüyoruz” dedi.

    “Mersin’de ciddi problemlere yol açabilir”

    Müsilajla ilgili araştırmalarının da devam ettiğini, şimdi tekrar ‘müsilaj oluşuyor mu’ diye tüm sahili taramaya başladıklarını kaydeden Ayas, özellikle küçük koy ve körfezlerde müsilajla ilgili bir araştırma projesi başlattıklarını, yoğun bir dalış programıyla müsilajı burada tekrar belgelemek istediklerini vurguladı.

    Mersin’de, müsilajın Marmara’daki gibi büyük kütleler halinde oluşmasa bile özellikle uygun yerlerde ciddi problemlere yol açabileceğini dile getiren Ayas, şu anda Mersin’in Silifke ilçesi açıklarındaki Dana Adası ve Boğsak tarafındaki daha kapalı alanlarda müsilaja rastladıklarını ifade etti. Ayas, “Kazanlı’dan Anamur’a kadar bir tarama gerçekleştirmek istiyoruz. Müsilajın geçen sene de oluştuğu dönem ekim-kasım aylarıydı. Bu faaliyet sonucunda Mersin’de müsilajın oluştuğu bölgeleri çok daha net söyleyebiliriz. Ama şu anda akıntı hızının daha düşük olduğu ve kirletici yükünün de biraz fazla olduğu bölgelerde tabi ki oluyor. Göksu Nehri çok önemli burada; kıta içi kirliliği yoğun bir şekilde denize deşarj ediyor. Göksu Nehrinin etkilediği alanlar Dana Adası, Tisan, Yeşilovacık’a kadar ulaşıyor. Öte yandan, Silifke bölgesinde çok yoğun tarımsal aktivite yapılıyor, dolayısıyla gübre sularında da bu kirlilik mevcut. Tabi ki yazlık sitelerin de etkisi var. Biz bu sitelere su sağlıyoruz, belediyelerin görevi bu ama bu çıkan atık suyu ne yapacağımızı düşünmüyoruz. Sorun burada. Küçük, basit filtrasyonlarla bu atık suyu denize deşarj ediyoruz. Çok yoğun bir şekilde azot, fosfor gibi kimyasal molekülleri denize salıyoruz” diye konuştu.

    “Tüm sahil kentlerimiz risk altında. Eylem planları tüm kentlerde yapılmalı”

    “Hem Mersin hem tüm sahil kentlerimiz, deşarja bağlı bu kirleticiler ya da taban veya yüzey sularına bağlı taşınan kirleticiler yönünden risk altında” diyen Prof. Dr. Ayas, Marmara ölçeğinde önerilen eylem planları gibi ileri biyolojik filtreler ve ileri arıtma sistemlerinin tüm kentlerde bir lüks değil, zorunluluk olması gerektiğinin altını çizdi. Önlem için ilgili tüm kurumlara çağrı yapan Ayas, “Belediyeler ve bakanlığa bağlı yerel kurumların ve merkezi otoritenin bir bütün halinde tüm kentleri kapsayacak bir eylem planına ihtiyaç var, çünkü tarımsal üretim sahil kentlerimizde fazla; Antalya’da da öyle Mersin’de öyle. Bir sürü sebze meyve buralarda üretiliyor, çok yoğun tarımsal sular yüzey sularıyla denizlere taşınıyor. Yerleşimler çok fazla, yaz ayalarında sahil kentlerinde nüfus çok çok artıyor. Bu da çok büyük bir kirlilik yükü oluşturuyor. Denizin bunu taşıma kapasitesinin üzerine çıkabilecek bir durum var. Bununla ilgili eylem planları sadece Marmara ölçeğinde değil, tüm kentlerde yapılması gerekiyor” ifadelerini kullandı.

    “Tüm etkileri minimuma indirmek zorundayız”

    Bu önlemler alınmazsa en başta besin zincirinin etkileneceği uyarısında bulunan Ayas, denizi kirletmenin besin zincirini de kirletmek anlamına geldiğini söyledi. Ayas, “Denizdeki ekosistem içerisinde dengeleri tahrip ediyoruz. Bu açıdan koruma önceliklidir. Denizleri doğal ekosistem olarak kabul etmek zorundayız. Oralar vahşi sistemlerdir, oraya minimum etki prensibiyle koruma öncelikli olarak insanın neden olduğu tüm etkileri minimuma indirmek zorundayız. Bu bir zorunluluk” dedi.

    Müsilajın, doğal sistemlerin verdiği bir refleks olduğuna işaret eden Ayas, şöyle devam etti: “Biz kirliliği denize deşarj ediyoruz, sistem de aslında bunu bertaraf etmeye çalışıyor. Aslında sistemin kendini koruma mekanizması. Sistem bize bir uyarı veriyor, ‘Burada fazla kirlilik var; ben bunu müsilaj oluşturarak yok etmeye çalışıyorum’ diyor. Onu besin zincirine sokuyor, doğal bir bileşik olduğu için bazı balık grupları bunları yiyor. Yani deniz kendi çözmeye çalışıyor. Ama Marmara’da çözemedi, çünkü devasa boyutlara ulaştı. Ayrıca orada balık popülasyonları aşırı sömürülmüş ve bu tüketilebilir boyutların çok ötesine geçmiş. Mersin’de de bu oluşuyor, biz kirletiyoruz, deniz kendini korumaya çalışıyor ve bu müsilaj minimal boyutlarda oluştuğu için besin zincirine direk besin olarak giriyor. Balık ve bazı yengeç grupları bunu tüketerek o kirliliği ortadan kaldırıyor. Ama önlem alınmazsa Mersin’de de bunun devasa boyutlara ulaşmaması için hiçbir neden yok. Özellikle kapalı koy ve körfezlerde, akıntı hızının düşük olduğu yerlerde ciddi riskler görüyoruz. Mutlaka kontrol altında tutulmalı.”

  • Bakanlıktan Türkiye’nin su tüketim alışkanlıklarını ortaya koyan araştırma

    Bakanlıktan Türkiye’nin su tüketim alışkanlıklarını ortaya koyan araştırma

    Tarım ve Orman Bakanlığı’nın toplumdaki su tüketim alışkanlıklarını belirlemek amacıyla 26 ilde yaptırdığı araştırmaya göre, ankete katılanların yüzde 96’sı ‘Gelecekte susuzluk yaşamamak için ciddi tedbirler alınmalı’ görüşünü destekliyor. Bakan Bekir Pakdemirli, “Su bilincinin küçük yaşlardan itibaren kazandırılması amacıyla anasınıfları da dahil su okur yazarlığı derslerinin ilköğretim müfredatına girmesi için ilgili kurumlarla görüşmelere başladık” dedi.

    Bakanlıktan yapılan açıklamaya göre, Tarım ve Orman Bakanlığı, su ile ilgili kısa, orta ve uzun dönem stratejileri belirlemek amacıyla başlattığı 1’inci Su Şurası kapsamında Türkiye’nin su tüketim alışkanlıklarını da ortaya koydu. Türkiye temsiliyeti gözetilerek 26 ilde 1200 kişiyle gerçekleştirilen anket çalışmasında çarpıcı sonuçlara ulaşıldı. Çalışmaya göre katılımcıların yüzde 40’ı, Türkiye’nin su zengini olduğunu düşünüyor. Özellikle çalışan erkekler, Türkiye’yi su konusunda zengin olarak tanımlayan en kuvvetli kitle olarak öne çıkıyor. Ankete katılanların yüzde 96’sı, ‘Gelecekte susuzluk yaşamamak için ciddi tedbirler alınmalı’ görüşünü destekliyor. Gelecekte susuzluk yaşanabileceğini düşünenlerin oranı ise toplamda yüzde 89’a tekabül ediyor.

    YÜZDE 83’Ü SU TASARRUFUNA DİKKAT EDİYOR

    Ankete katılanların yüzde 83’ü, su tasarrufuna dikkat ettiğini düşünüyor. Yüzde 31’i ‘çok dikkatliyim’, yüzde 52’si ‘biraz dikkatliyim’ dedi. Tasarruf konusunda en dikkatli olunan kesim 40-44 yaş aralığı olarak öne çıkıyor. Bölgesel ayrımda Akdeniz ile Doğu ve Güney Doğu bölgesinde yaşayanlar su tasarrufu konusunda daha dikkatli. Yine kalabalık aileler su tasarrufu konusunda daha dikkatli grubu oluşturuyor.

    TASARRUFA YANSIMIYOR

    Ankette su tüketimi davranış kalıplarını ortaya çıkarabilmek için toplumsal ve bireysel hassasiyetleri ölçen analiz, su konusundaki endişelerin tasarrufa yansımadığını ortaya koyuyor. Buna göre, görüşülenlerin yüzde 22’si diş fırçalarken, yüzde 52’si el yıkarken suyu açık bıraktığını söyledi. Katılımcıların yüzde 67’si çamaşır makinesinde ön yıkamalı program kullandığını, yüzde 43’ü makinesini tam doldurmadan çalıştırdığını belirtti. Yine ankette aylık ortalama su faturasının 88 TL olduğu belirlendi.

    BAKAN PAKDEMİRLİ: GÖRÜŞMELERE BAŞLADIK

    Tarım ve Orman Bakanı Pakdemirli, Türkiye temsiliyeti gözetilerek yapılan su tüketim alışkanları araştırmasının, toplumda su konusundaki farkındalığı artırıp, bilinçli tüketimi teşvik edecek uygulamaların hayata geçirilmesinin önemini bir kez daha ortaya koyduğunu belirtti. İklim değişikliğinin etkileri de göz önüne alındığında suyun kıymetini bilerek hareket etmenin gerekliliğine dikkat çeken Pakdemirli, şunları kaydetti:

    “Toplumumuza boşa akan suyun çocuklarımızın, hepimizin geleceği olduğunu anlatarak, bu konuda insanımızı harekete geçirecek adımları atmamız gerekiyor. Küresel iklim değişikliğinin etkilerini önümüzdeki yıllarda daha fazla hissedeceğimizi bilerek, su konusunda eğitim seferberliği için düğmeye bastık. Su bilincinin küçük yaşlardan itibaren kazandırılması amacıyla anasınıfları da dahil su okur yazarlığı derslerinin ilköğretim müfredatına girmesi için ilgili kurumlarla görüşmelere başladık. Okulların yanı sıra başta çiftçilerimiz olmak üzere tüm toplumumuzda farkındalık çalışmalarını hayata geçireceğiz. Bu konuyla ilgili tüm kamu kurum ve kuruluşları, STK’lar ve özel sektör temsilcileriyle suyun verimli kullanımına yönelik iş birliklerini değerlendiriyoruz. Toplumumuzu ‘Su Vatandır’ mottomuz çerçevesinde buluşturarak, geleceğimize sahip çıkmaya çağırıyoruz.”

  • Yangından 2 ay sonra… Siyahtan yeşile döndü

    Yangından 2 ay sonra… Siyahtan yeşile döndü

    Osmaniye’nin Kazmaca köyünde çıkan yangında bin 500 hektar alan yanarak küle döndü. Temmuz ayındaki yangının ardından küllerin arasından ağaçlar yeniden yeşillenmeye başladı. Yaklaşık 1 metre boyuna ulaşan filizler, yeniden umudun doğuşunun simgesi oldu.

    Osmaniye Kazmaca köyünde temmuz ayındaki yangında küle dönen ormanlık alan yeşillenmeye başladı.

    Kazmaca köyü Meydan Mahallesi’nde 28 Temmuz’da başlayan orman yangını rüzgarın da etkisiyle kısa sürede 15 kilometrelik bir alana yayılmıştı.

    Yerleşim yerini tehdit eden alevler sonucu Kazmaca ve Sarpınağzı köyleri başta olarak Kadirli ilçesi Karatepe köyüne bağlı birçok mahalle de tedbir amaçlı boşaltılmıştı.

    Yaklaşık 3 gün içerisinde kontrol altına alınan yangında yaklaşık bin 500 hektar ormanlık alan, bazı evler ve ahırlar yanarken hayvanlarda telef olmuştu.

    Yangının ardından etkili olan yağışlarıla birlikte birçok bitki ve ağaç türüne ait filizler küllerin arasından çıkarak yeniden doğuşun simgesi oldu. Felaketin rengi siyah, yeşile boyanmaya başladı.

    Umudun simgesi filizlerin yoğunluğu ve bazılarının boylarının 1 metreyi aştığı görülürken, doğa tekrardan kendi rengine bürünmeye başladı.

    Ayrıca yangın öncesi dikimi yeni yapılan fidanların tamamen yanarak küle dönmesiyle arazi üzerinde yanmış fidanların köklerinden yeşillikler fışkırdığı görüldü.

         

  • “Marmara Denizi’nde tsunami, insanları denize sürükleyebilir “

    “Marmara Denizi’nde tsunami, insanları denize sürükleyebilir “

    Kocaeli Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Jeofizik Mühendisliği Bölüm Başkanı Prof. Dr. Bülent Oruç, Marmara Denizi’nde yıkıcı depremde oluşabilecek tsunaminin kıyıya yakın kişileri, araçları ve canlıları denize sürükleyebileceğini belirtti. Oruç, “Marmara Denizi’nde 1200 metrelik çukurluklar var. Yıkıcı depremde Marmara denizinde ortalama 1 metrelik dalga yüksekliği 50 ile 100 metre arasında kıyıya su kütlesinin gelmesine neden olabilir” dedi.

    Prof. Dr. Bülent Oruç, olası İstanbul depreminde deniz içinde kütle düşmeleri nedeniyle tsunami oluşabileceğini söyledi. Oruç, Marmara Denizi’nde Pasifik Okyanusu’ndaki gibi yıkıcı tsunami olmayacağını kaydederek, “Marmara Denizi içerisinde Kuzey Anadolu fay hattının alt kolları devam ediyor. Birincisi Adalar kolu diğeri Orta Marmara kolu ve Tekirdağ kolu olmak üzere kollar var. Aslında bu kolların geçtiği bölgeler, çukurlukları denetleyen kollar. Yaklaşık olarak 1200 metrelik bir çukurluktan bahsetmek gerekir Marmara Denizi içerisinde. Biz deprem sınıflandırması yaparken 6.9’dan büyük depremlere yıkıcı deprem adını veriyoruz. Burada yaşanacak bir yıkıcı depremde, derin denizlerdeki dik yamaçlara bağlı olarak bir heyelan söz konusu olabilir. Bu büyük kütle düşmeleri de tsunami dediğimiz olaylara neden olabilir fakat Pasifik Okyanusu’ndaki o büyük dalma-batma alanlarında ortaya çıkan çok yıkıcı depremlerin meydana getirdiği tsunami türünden tsunamiler Marmara Denizi’nde asla olmayacak” diye konuştu.

    ‘KIYIYA YAKIN İNSANLARI, ARAÇLARI, CANLILARI SÜRÜKLER’

    Tsunamiyle ilgili birçok adım atılması gereken konu olduğunu belirten Oruç, şöyle konuştu:

    “Marmara Denizi’nde olursa ortalama 1 metrelik bir dalga yüksekliği, kıyıya doğru 50 metre ile 100 metre arasında bir mesafede su kütlesinin gelmesine neden olabilir. Bu ölçekte bir tsunami bile kıyıya yakın olan araçları, insanları, canlıları çekip, açık denizlere doğru sürükleyebilir. Bundan kurtulmak mümkün değildir. Bunu açıkça söylemek lazım. Bununla ilgili birçok adım atılması lazım. Bu adımlardan biri Büyükçekmece’de bulunan istasyonun kurulmasıydı fakat sadece istasyon kurulumu yetmiyor. İnsanların tsunamiye karşı davranış ve tepkilerinin doğru kurgulanması lazım. Bu kurgular içerisindeki en önemli şey, kaçış güzergahlarını belirlemek ve bununla ilgili uyarı levhaları asmaktır. Bu yapıldı.”

    ‘TATBİKAT YAPMAK GEREK’

    Kaçış güzergahları ile insanların yükseklere doğru kaçışlarının planlanması gerektiğini kaydeden Prof. Dr. Oruç, “Ama insanlarımızda tsunami tehlikesine karşı nasıl davranacakları hususu şu anda eksik. Dolayısıyla burada risk planlandı, ama insanların davranış ve tepkileri planlanmadı. Bunun için de bolca tatbikat yapmak gerekiyor. Özellikle kıyılarda yaşayan insanların bu tatbikatlardan yararlanması lazım. Belirli zaman aralıklarında, bunlar canlı tutularak birbirini ezmeden, birbirine zarar vermeden, olabildiğince geniş kaçış güzergahları ile insanların yükseklere doğru kaçışlarının planlanması lazım. Bu önemli. Sadece tek bir istasyon tabi ki yetmeyecektir. Sayılarının artırılması gerekecek. Ege bölgesindeki körfez bölgelerinde bu istasyon kurulumlarının çok parametreli ölçümlerle yapılması lazım” dedi.

  • DSÖ: Milyonlarca kişinin hayatı tehlikede

    DSÖ: Milyonlarca kişinin hayatı tehlikede

    Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), son 15 yılDA atmosferde azot ve metan gazlarının belirgİin bir şekilde arttığını belirterek,hava kirliliğinin önceden düşünülenden daha tehlikeli olduğu konusunda uyardı. Her yıl yaklaşık yedi milyon insanın hava kirliliğine bağlı hastalıklardan erken öldüğünü duyuran DSÖ, özellikle düşük ve orta gelirli ülklerde milyonlarca kişinin büyük bir risk altında olduğu konusunda uyardı.

    Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), hava kalitesi standartları ve kriterlerini içeren “Yeni Küresel Hava Kalitesi Kılavuzları”nı (AQG) açıkladı.

    ÖLÜMLERİN YAKLAŞIK YÜZDE 80’İNİ ÖNLENEBİLİR

    DSÖ, 15 yılın ardından güncellediği hava kirliliği kılavuzlarında önerilen standartlar yakalandığı ve kriterlere uyulduğu takdirde her yıl küresel olarak milyonlarca ölümün ve PM 2.5 olarak bilinen ince partiküllerle bağlantılı ölümlerin yaklaşık yüzde 80’inin önlenebileceğini belirtti.

    DSÖ hava kirliliği kılavuzlarıyla ilgili yaptığı açıklamada, 2005 yılında gerçekleştirdiği son küresel güncellemeden bu yana hava kirliliğinin sağlık durumunu nasıl etkilediğini gösteren bulgularda belirgin bir artış gözlendiğini aktardı.

    Açıklamada ayrıca, hava kirliliğinin, iklim değişikliğinin yanı sıra insan sağlığına yönelik en büyük çevresel tehditlerden biri olduğuna dikkat çekildi. Kılavuzların hava kirliliğinin daha önce düşünülenden daha düşük seviyelerde bile insan sağlığına verdiği zararın kanıtlarını net bir şekilde sunduğu ve hava kalitesi için yeni seviyeler önerdiği aktarıldı.

    Hem bu nedenle hem de kanıtların sistematik bir incelemesinden sonra DSÖ’nün hava kalitesi kılavuzunun yeni değerlerinin aşılmasının sağlık için önemli risklerle ilişkili olduğu konusunda uyarıda bulunarak tüm kılavuz değerlerini daha düşük değerlerde olacak şekilde yeniden düzenlediği belirtildi.

    HER YIL 7 MİLYON KİŞİ HAVA KİRLİLİĞİ NEDNEİYLE ERKEN ÖLÜYOR

    Bu yeni değerlere bağlı kalmanın milyonlarca hayatı kurtarabileceği vurgulanarak, her yıl hava kirliliğine maruz kalmanın 7 milyon kişinin erken ölümüne ve milyonlarca sağlıklı yaşam yılının kaybedilmesine neden olduğu aktarılarak, çocuklarda da bu sorunun akciğer büyümesi ve akciğer işlevlerinde azalma, solunum yolu enfeksiyonları ve ağır astım şeklinde görüldüğü açıklandı.

    Açıklamaya göre, yetişkinlerde dış mekan hava kirliliğinin neden olduğu en yaygın ölüm nedenleri iskemik kalp hastalığı ile inme olurken, kılavuzlar, hava kirliliği temelli diyabet ve beyindeki sinir hücrelerinin işlevini engelleyen çeşitli hastalık ve durumlar gibi diğer etkilere dair kanıtları da ortaya koydu.

    Bu durumun, hava kirliliğinin neden olduğu hastalık yükünü, sağlıksız beslenme ve tütün kullanımı gibi diğer önemli küresel sağlık riskleri ile aynı seviyeye getirdiği ifade edilen açıklamada, hava kirliliğinin iklim değişikliğinin yanı sıra insan sağlığına yönelik en büyük çevresel tehditlerden biri olduğu kaydedildi.

    Açıklamada, DSÖ’nün yeni kılavuzlarının hava kalitesini iyileştirme, iklim değişikliğinin etkilerini azaltma çabalarına katkı sunduğu belirtilirken, emisyonları azaltmanın da hava kalitesini iyileştireceği vurgulandı. Ülkelerin, bu kılavuz değerlere ulaşmaya çalışarak hem sağlığı koruyabileceği hem de küresel iklim değişikliği konusunda destek olabileceği belirtilirken, maruz kalmadan kaynaklanan sağlık etkileri konusunda en fazla kanıtın bulunduğu 6 kirletici için olması gereken hava kalitesi seviyelerini önerdiği aktarıldı.

    Diğer taraftan, özellikle düşük ve orta gelirli ülkelerde büyük ölçüde fosil yakıtların yakılmasına dayanan büyük ölçekli kentleşme ve ekonomik kalkınma nedeniyle artan düzeyde hava kirliliği yaşanırken, hava kirliliğine maruz kalmadaki eşitsizlikler dünya genelinde arttı.

    EŞİT OLMAYAN HASTALIK YÜKÜ

    DSÖ Genel Direktörü Tedros Adhanom Ghebreyesus yaptığı açıklamada, “Hava kirliliği tüm ülkelerde sağlığa yönelik bir tehdittir ancak en çok düşük ve orta gelirli ülkelerdeki insanları etkilemektedir. Tüm ülkeleri ve çevremizi korumak için savaş veren herkesi, kirliliğin yol açtığı acıları azaltmak ve hayat kurtarmak için bu kılavuzları kullanmaya çağırıyorum” diye konuştu.

    ÖNERİLEN HAVA KALİTESİNE ULAŞMANIN YOLU

    Kılavuzun amacının, tüm ülkelerin önerilen hava kalitesi seviyelerine ulaşabilmesi olduğu belirtilen açıklamada, DSÖ’nün hava kalitesinde kademeli iyileştirmeyi kolaylaştıracak kısa vadeli hedefler önerdiği belirtildi.

    Mevcut hava kirliliği seviyeleri, güncellenen kılavuzda önerilen seviyelere düşürüldüğü takdirde dünya genelinde PM 2.5 olarak bilinen ince partiküllerle bağlantılı ölümlerin yaklaşık yüzde 80’inin önlenebilir hale geleceği belirtildi. Aynı zamanda, kısa vadeli hedeflere ulaşılmasının en büyük yararının, ince partiküllerin yüksek konsantrasyonlarda bulunduğu ve nüfusları yüksek olan ülkelerdeki hastalık yükünün azaltılması olacağı aktarıldı.

  • “Türkiye’nin yüzde 55’i şiddetli kuraklık yaşıyor”

    “Türkiye’nin yüzde 55’i şiddetli kuraklık yaşıyor”

    Uzmanlar, küresel ısınma konusunda 2030’a kadar çok yönlü önlemler alınmadığı takdirde, dünyanın geri dönülmez felaketlerle karşı karşıya kalacağına dikkat çekiyor. Türkiye’de de bu yaz, küresel ısınmanın sebep olduğu doğal afetler yaşandı. Online PR Servisi B2Press’in incelediği araştırmalara göre, Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün Haziran-Ağustos 2021 verilerinde, Türkiye’nin yüzde 55’lik kısmında şiddetli kuraklık yaşandığı yer aldı.

    Son aylarda dünya genelinde öngörülemez büyüklükte doğal felaketler yaşanıyor. Üstelik yıkımlar yalnızca kısa süreli felaketler olarak ortaya çıkmıyor, ardında kalıcı izler bırakıyor. Online PR Servisi B2Press’in incelediği Dünya Meteoroloji Örgütü’nün (WMO) raporuna göre, son 50 yılda ortalama her gün dünyanın bir yerinde hava, iklim veya su tehlikesiyle ilgili bir felaket meydana geldi. Meteoroloji Genel Müdürlüğü (MGM) ise geçtiğimiz günlerde yayımladığı “2021 Yaz Mevsimi Ortalama Sıcaklık Anomalileri” analizinde, ülkemizin geçen ay son 50 yılın en sıcak 6’ncı ağustosunu yaşadığını açıkladı.

    “İKLİMLE İLGİLİ AFET ÖLÜMLERİNİN YÜZDE 99’UNU OLUŞTURACAK”

    Online PR Servisi B2Press’in incelediği MGM’nin raporunda, Amerika ve Avrupa’nın tarihindeki en sıcak yazı yaşadığı 2021’de Türkiye’nin de en sıcak 4’üncü yazını geçirdiği bildirildi. 2010, Türkiye tarihinin en sıcak yazı olarak kayıtlara geçerken, küresel ısınmanın etkisiyle ülkemizde ortalama yaz sıcaklığının da arttığı görüldü. Bağımsız uluslararası yayın kuruluşu The Lancet için yapılan bir araştırma, sıcak havanın 21. yüzyılın sonunda iklimle ilgili afet ölümlerinin yüzde 99’unu oluşturacağına işaret etti. Artan sıcaklıklar, yaz aylarında yaşanan yangın ve sel felaketlerinin ardından kuraklıkla ilgili endişeleri de gündemin ilk sıralarına taşıdı. MGM’nin Haziran-Ağustos 2021 verilerinde, Türkiye’nin yüzde 55’lik kısmında şiddetli kuraklık yaşandığı yer aldı.

    “DOĞAL AFETLER TÜRKİYE’Yİ ÇÖLE DÖNÜŞTÜRÜYOR”

    B2Press’in incelediği WMO’nın İklim Aşırılıklarından Kaynaklanan Ölümler ve Ekonomik Kayıplar Atlası’na göre, 1970 – 2020 arasındaki 50 yıllık dönem boyunca en büyük insan kayıplarına yol açan olayların ilk sırasında 650 bin ölümle kuraklık geliyor. Hemen ardından 577 bin ölümle fırtına, 58 binle sel ve 55 binle yüksek sıcaklıklar yer alıyor. Bu yaz küresel ısınmanın sebep olduğu felaketlerle yüzleşen Türkiye’de de son aylarda görülen sel ve orman yangınları da birçok can ve mal kaybına neden oldu. Avrupa Orman Yangını Bilgi Sistemi’nin (EFFIS) verilerini inceleyen Online PR Servisi B2Press, Türkiye’de her yıl ortalama 97 orman yangını yaşarken, bu sayının 2021 yazında 236’e yükseldiğini tespit etti.

  • Danıştay onadı! Uzundere’ye JES projesi iptal

    Danıştay onadı! Uzundere’ye JES projesi iptal

    Danıştay 6’ncı Ceza Dairesi, İzmir 1’inci İdare Mahkemesi’nin Karabağlar ilçesine bağlı Uzundere Mahallesi’ndeki zeytinlik alana jeotermal enerji santrali (JES) kuyusu açılmasına yönelik proje için verdiği iptal kararını oy birliğiyle onadı.

    Karabağlar ilçesine bağlı kırsal Uzundere Mahallesi’ne yapılmak istenilen jeotermal santralin projesine karşı çıkan 270 mahalleli, zeytinlik alanlarda yapılacak olmasından dolayı projenin iptali için suç duyurusunda bulundu.

    İzmir 1’inci İdare Mahkemesi’nde açılan davada, 3 kilometrelik bölgede zeytinliklerin bulunması ve sondaj çalışmalarının çevreye zarar vereceği gerekçesiyle planın iptaline karar verildi. Firma avukatlarının karara itirazları sonucu dosya, Danıştay’a gitti.

    Eksik inceleme nedeniyle yerel mahkemenin kararı bozulurken, bilirkişi raporu istendi. Yeniden İzmir 1’inci İdare Mahkemesi’nde görülen dosyaya atanan bilirkişinin, raporda planın çevreye zarar vereceği yönünde rapor sunması üzerine mahkeme de JES için bir kez daha iptal kararı verdi.

    Firma yetkililerinin itirazı üzerine dosya, bu kez de Danıştay 6’ncı Dairesi’nde görüşüldü. Üyeler, projenin bölgedeki zeytinlik alanlara olumsuz etkisi olduğu sonucuna vardı.

    Bunun üzerine İzmir 1’inci İdare Mahkemesi’nin verdiği kararın hukuk ve usule uygun olduğu, bozulmasını gerektirecek bir durum olmadığı gerekçesiyle kararın oy birliğiyle onanmasına karar verildi. Danıştay 6’ncı Ceza Dairesi’nin kararının ardından Uzundere’ye yapılması planlanan JES projesi iptal oldu.

  • Türkiye’nin çatısındaki şapka buzulları eriyor

    Türkiye’nin çatısındaki şapka buzulları eriyor

    ‘Türkiye’nin Çatısı’ olarak nitelendirilen Ağrı Dağı’nın 4 bin ile 5 bin 137 metre arasında bulunan şapka buzulları, sıcakların etkisiyle eriyor. Dağın eteklerindeki bazı köyler, özellikle aşırı sıcaklarda buzulların erimesi ile sele maruz kalıyor. Ağrı Dağı’na 12 Eylül’de 162’nci tırmanışını gerçekleştiren Erzurum Alpin Doğa Sporları Kulübü Başkanı Mustafa Tekin (42), “‘Türkiye’nin çatısı’ küresel ısınma nedeniyle her geçen gün eriyor. Buzulların yerini artık kara parçaları aldı” dedi.

    İran ve Ermenistan sınırında yer alan Ağrı’nın Doğubayazıt ilçesi ile Iğdır arasında bulunan, 5 bin 137 metrelik yüksekliğiyle Türkiye’nin en yüksek dağı olan Ağrı Dağı’nın buzulla kaplı zirvesi, her geçen gün eriyor. Her sene dünyanın dört bir yanından dağcı grup ve turistlerin akın akın geldiği Ağrı Dağı’nın zirvesinde bulunan 10,2 kilometrekarelik alana sahip şapka buzulu; güneyden Ağrı Doğubayazıt’ta Öküz Deresi’ne, kuzeyden ise Iğdır Aralık’ta Cehennem Vadisi’ne kadar uzanıyor. Buzulların erimesi ise en iyi dağcılar tarafından gözlemleniyor. Buzulların erimesini ‘Ağrı Dağı’nın ağlaması’na benzeten, Erzurum Alpin Doğa Sporları Kulübü Başkanı ve dağ kayağı ile tur rehberliği yapan Mustafa Tekin, şunları söyledi:

    “Profesyonel dağcı ve dağ rehberiyim. Yaklaşık 23 yıldır Ağrı Dağı’na tırmanıyorum. 200’ün üzerinde faaliyete katıldım. Bu son 23 yılda Ağrı Dağı’ndaki ciddi değişim, gerçekten korkutucu boyutta çünkü inanılmaz hızlı bir şekilde buzullar eriyor. Özellikle son 10 yılda ‘Öküz Deresi’ diye tabir edilen vadi, buzullarla kaplıydı ama şu an tamamen eridi. Buz eriyince alttaki kara parçaları ortaya çıktı ve erime çok hızlı bir şekilde devam ediyor. Ağrı Dağı’na 4 tırmanış rotası var. 15 yılda bu rotalarda yönüne göre 70 ile 100 metre arasında bir erime oldu. Zaman zaman erimeden dolayı dağın altındaki yerleşim alanlarında sele neden oluyor. Küresel ısınma gerçekten de korkutucu boyutta. Herkes elini taşın altına koyup buna bir çözüm yolu bulmalı. Sanırım bu nesil, buzulların bittiğini görecek. Maalesef durum korkutucu boyutta. Bu hızlı erimeden dolayı zaman zaman sel de olabiliyor. Dere yataklarından çamurlu su, buzul suları geliyor. Maalesef sadece buzullar değil dünyamızı hızlı bir şekilde kaybediyoruz. Bir an önce el ele verip, bu kaybın önüne geçmeliyiz yoksa yaşayacağımız başka bir dünya yok.”

  • Fabrikaların su çektiği Uluabat Gölü can çekişiyor

    Fabrikaların su çektiği Uluabat Gölü can çekişiyor

    Küresel iklim değişikliği başta olmak üzere çevredeki fabrikaların su çekmesi ve atıklarını bırakması Uluabat Gölü’nü tehdit ediyor. Kuraklığın yanı sıra sanayi kuruluşlarının gölden su çekmesi ve göle atık bırakan sanayi kuruluşlarının varlığının devam etmesi Uluabat Gölü’nü yok olma tehlikesi ile karşı karşıya bırakıyor. En derin yeri 1-1,5 metreye düşen gölün yakın zamanda kurumasından endişe ediliyor.

    Alan çevresi 136 kilometrekare olan Uluabat Gölü, Bursa’ya bağlı önemli bir tatlı su gölü olarak birçok canlıya ev sahipliği yapıyor. Plankton ve dip canlıları, sucul bitkiler, balık ve kuş popülasyonu açısından Türkiye’nin zengin gölleri arasında gösterilen Uluabat Gölü, her geçen gün yok olma tehlikesi ile karşı karşıya.

    1998 yılında Çevre Bakanlığı tarafından Ramsar alanı ilan edilen göl, son günlerde alg patlamaları ile bir kez daha gündeme geldi. Havaların serinlemesi ile kaybolan su yosunlarının her yıl yaz aylarında artarak görüldüğü bildirildi.

    Havaların serinlemesi ile birlikte kendiliğinden yok olan yosunların çıkış sebebi ağırlıklı olarak küresel iklim değişiklikleri ve çevre faktörlerine bağlanıyor.

    Küresel ısınmanın etkisi büyük

    Doğayı ve Çevreyi Koruma Derneği (DOĞADER) Yönetim Kurulu Üyesi Murat Demir, “Son günlerde Uluabat Gölü’nde alg patlamalarını sık sık duyuyoruz. Bölge halkından bize şikayetler geliyor.

    Küresel ısınma ile birlikte de Uluabat Gölü de bundan ciddi bir şekilde etkileniyor. Uluabat Gölü’nü besleyen su kaynakları azaltmakta. Bu azalma da Uluabat Gölü’nde sığlığa sebebiyet veriyor.

    Gölün en derin yeri 1-1,5 metreye kadar düştü. Bu böyle giderse yakın zamanda Türkiye’de birçok gölde olduğu gibi burası da yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacak” dedi.

    Fabrikalar gölden su çekiyor

    Marmara Denizi’nde yaşanan müsilaj gibi göllerde de alglerin sıkıntı teşkil edeceğine dikkat çeken Murat Demir, “Birçok gölümüzde de bu algleri görüyoruz. Mevsim itibari ile hava sıcaklıkları düştü ve serinleme başlayınca algler durdu. En azından gözle görünür değil. Bu, alglerin yok olduğu anlamına gelmemektedir. Her yıl daha yoğunlaşarak karşımıza çıkmaktadır. Uluabat’ı besleyen su varlıkları da tehdit altındadır. Hemen yukarıda Çınarcık Barajı oluştu ve oraya ciddi su gitmekte. Gerçi Çınarcık Barajı’ndan Uluabat’a su veriliyor, ama yeterli değil. Buraya yakın sanayi kuruluşları bu gölden ciddi ölçüde su çekiyor. Bu yanlıştır. Uluabat Gölü can çekişmektedir. Buradan sanayi kuruluşlarına, organize sanayi bölgelerine su gönderilmemelidir. Bu göldeki her damla suyun önemi vardır. Buranın suyu burada kalmalıdır” şeklinde konuştu.

  • Marmara Denizi için kötü haber: “Bu seneki manzarayı arayacağız”

    Marmara Denizi için kötü haber: “Bu seneki manzarayı arayacağız”

    Marmara Çevresel İzleme Projesi (MAREM) kapsamında gemiyle açılan araştırmacılar 200 istasyon ve 450 farklı noktada incelemelerde bulundu. Yapılan incelemelerde kirlilik dışında çarpıcı tespitler yapıldı. Proje lideri Hidrobiyolog Levent Artüz, çalışma sonuçlarını açıkladı. Artüz, “Bu seneki manzarayı arayacağız, bundan sonraki felaket müsilajı arttıracak nitelikte olacak” dedi.

    Sevinç ve Erdal İnönü Vakfı bünyesinde yürütülen MAREM kapsamında Marmara Denizi genelinde toplam 200 istasyon ve 450 farklı noktada araştırma yapıldı. 28 Ağustos’ta Tekirdağ Mürefte Limanı’ndan başlayan çalışmalar 4 Eylül tarihinde tamamlandı. Çalışmada müsilajın oluşumu, son durumu ve ekosisteme bıraktığı etkiler araştırıldı. Bu kapsamda Marmara Denizi’nin her yeri inceleme altında alındı. Çalışmaya MAREM Proje Lideri Hidrobiyolog Levent Artüz, MAREM Proje Koordinatörü Bülent Artüz, Prof. Dr. Bahattin Yalçın, Prof. Dr. Dumrul Gülen, Prof. Dr, Celal Kurtuluş Buruk ve Dr. öğretim üyesi Aydın Dönmez katıldı.

    Levent Artüz, çalışma sonuçlarını açıkladı. Artüz, “Müsilaj durumunun vahametinden dolayı Tekirdağ bölgesinde bir izleme istasyonu kurmaya çalışıyoruz. Müsilajın farklı safhaları var. Temmuz ayında biz müsilajın örtü safhası ile ilgileniyorduk. Ancak müsilaj kaybolmadı. Marmara Denizi’nde müsilaj duruyor ama şekli farklı. Doğal olarak ufak bir kısmı bakteriyolojik olarak parçalanıyor. Ama bu kadar büyük bir kitleyi parçalayacak bakteriler ileride ikinci bir sorunu yaratacaktır. Çünkü müsilaj yok olduğunda geriye çok ciddi bir bakteri biyokütlesi kalacak” diye konuştu.

    “MARMARA DENİZİ’NDE RENK DEĞİŞİMLERİ DE BAŞLADI”

    Hidrobiyolog Levent Artüz, “Müsilaj ile mücadele için çok iyi bir eylem planı yapıldı ancak o planın altı doldurulmadı. Zaten Marmara Denizi’nde renk değişimleri de başladı. Marmara Denizi artık deniz rengi değil, gri bir renk oldu. Mesela son 15 senedir örneklediğimiz istasyonlar var. Onlardan biri de Marmara Denizi’nin biyoçeşitlilik açısından en zengin istasyonu. 2018 yılında bu istasyonda 200’e yakın tür tespit edilirken, bu sene yapılan çalışmada 21 adet farklı tür tespit edildi” ifadelerini kullandı.

    Marmara Denizi’nde biyoçeşitliliğin tamamen dibe vurmuş durumda olduğunu vurgulayan Hidrobiyolog Levent Artüz, “Marmara Denizi’ni canlıların neredeyse yaşamadığı bir ortam olarak adlandırabiliriz. Bir de normal kirlenmenin dışında çok ciddi renk değişimleri söz konusu. Şu an Marmara Denizi yıkılmış bir bina gibi. Ancak sorun müsilaj değil asıl sorun Marmara Denizi’nin kirletiliyor olması” dedi.

    “MARMARA DENİZİ’Nİ BİZ MAHVETTİK”

    Hidrobiyolog Levent Artüz, sözlerine şu şekilde devam etti:

    “Bu seneki manzarayı arayacağız, bundan sonraki felaket müsilajı arttıracak nitelikte olacak. Balıkçılık sezonu açıldı. O kadar uzun bir av yasağından sonra neredeyse sıfır balığa sahibiz. Marmara Denizi’nin kirletilmesi devam ettiği sürece her sene göreceğimiz felaket bir sonrakini aratacak nitelikte olacak. Bu felaketler gün geçtikçe büyüyecek. Sorun müsilaj değil, sorun Marmara Denizi’nin su kütlesinin kirli olması. Bu kirliliğin önlenmesi lazım. Bugüne kadar Marmara Denizi’ni biz mahvettik. Ama doğa şiir ya da şarkılardaki gibi değil. Doğa acımasız. Doğa yoluna devam edecek ve önüne çıkan engelleri ortadan kaldıracak. Şu an doğaya engel olan şey insanoğlu.”