Kategori: Sağlık

  • Emzirme sorunlarının nedeni stres-kaygı

    Emzirme sorunlarının nedeni stres-kaygı

    Emzirme süreci, hem anneler hem de bebekler için hayati önem taşıyor. Emzirmenin teşvik edilmesi ve annelere gerekli desteğin verilmesi gerektiğini belirten Medicana Kadıköy Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Doç. Dr. Kazibe Koyuncu Demir, “Toplum olarak annelere emzirme konusunda destek olmalıyız. Bu destek, sadece sağlık profesyonelleri tarafından değil aileler, iş yerleri ve sosyal çevre tarafından da sağlanmalıdır” dedi.

    “Emzirme hakkında doğru bilgi alan annenin kendine güveni artar”

    Doç. Dr. Demir, annelerin emzirmeyle ilgili doğru bilgilendirilmesi gerektiğinin altını çizdi: “Psikolojik kaygılar nedeniyle emziremeyen anneler, gerekli destek sağlandığında bu süreci daha başarılı bir şekilde yürütebilir. Bu nedenle, annelere yönelik psikolojik destek, bilgilendirme ve eğitim çalışmaları artırılmalıdır. Toplum olarak annelere her türlü desteği vermeli ve emzirmenin önemini yaygınlaştırmalıyız. Annelerin doğum sonrası dönemde psikolojik destek alması kaygı düzeylerini azaltabilir. Bu destek, profesyonel bir psikolog veya terapist tarafından sağlanabilir. Emzirme konusunda doğru bilgiye sahip olmak, annelerin kendine güvenini artırır. Hastanelerde ve sağlık merkezlerinde verilecek eğitimler, bu konuda önemli bir rol oynar. Aile üyelerinin ve yakın çevrenin desteği, annelerin kaygılarını azaltmada etkilidir. Özellikle eşlerin bu süreçte destekleyici ve anlayışlı olmaları büyük önem taşır.”

    Emzirme sürecinde annelerin karşılaştığı bazı yaygın sorunlara dikkat çeken Doç. Dr. Kazibe Koyuncu Demir, bu sorunların çözüm önerilerini şöyle sıraladı:

    Meme ucu problemleri: “Çatlaklar, yaralar ve ağrılar emzirme sürecini zorlaştırabilir. Bu durumda, doğru emzirme teknikleri ve uygun kremler kullanılmalıdır.”

    Süt yetersizliği: “Bazı anneler sütlerinin yeterli olmadığını düşünebilir. Bu durumda, bebeğin emme sıklığını artırmak ve doğru beslenme ile süt üretimi teşvik edilebilir.”
    Bebekte emme sorunları: “Bebekler bazen emmeyi reddedebilir veya doğru şekilde emmeyebilir. Bu durumda, bir emzirme danışmanından destek almak faydalı olacaktır.”

    Göğüslerde Şişlik ve Enfeksiyon: “Göğüslerde şişlik ve mastit gibi enfeksiyonlar, emzirme sürecini zorlaştırabilir. Bu durumda, sıcak kompresler ve doktor önerisiyle antibiyotik kullanımı gerekebilir.”

    Emziren annelerde meme ve yumurtalık kanseri riski azalır

    Emzirmenin bebek gelişimi üzerindeki olumlu etkilerine değinen Doç. Dr. Kazibe Koyuncu Demir, “Anne sütü bebeğin bağışıklık sistemini güçlendirir, hastalıklardan korur. Anne sütü, bebeklerin büyüme ve gelişimi için gerekli olan tüm besin maddelerini içerir. İlk altı ayda anne sütü tek başına yeterlidir. Bu dönemde bebeğe başka bir gıda verilmesine gerek yoktur. Emzirme, bebeklerin sağlıklı bir şekilde büyümesi ve gelişmesi için hayati önem taşır” diye konuştu.

    Emzirmenin anneler için de birçok faydası olduğunu vurgulayan Doç. Dr. Demir, “Emzirme, annelerin doğum sonrası dönemde daha hızlı toparlanmasına yardımcı olur. Ayrıca emziren annelerde meme ve yumurtalık kanseri riskinin azaldığı, doğum sonrası depresyonun ise daha az görüldüğü bilimsel çalışmalarla kanıtlanmıştır” şeklinde bilgi verdi.

  • Obezitede yaşam tarzı değişikliği şart

    Obezitede yaşam tarzı değişikliği şart

    Türkiye’de nüfusun ortalama yüzde 30’unda obezite görüldüğünü ve bu oranın gittikçe yaygınlaştığını vurgulayan Endokrinoloji Uzmanı Dr. Esra Karakaş, obezitenin günümüzde giderek artan bir halk sağlığı problemi haline geldiğini ifade etti. Obeziteyi vücuttaki yağ doku miktarının olması gerekenden daha fazla artması şeklinde tanımlayan Dr. Karakaş, “Obezite genetik hastalıklar ve yaşam tarzındaki yanlışlar gibi pek çok nedene bağlı olarak oluşmaktadır. Özellikle tiroid hastalıkları, insülin direnci, diyabet hastalığı, vitamin eksikliği özellikle D vitamini eksikliği gibi kronik hastalıklar obeziteye neden olmaktadır. Bir de nadir görülen böbrek üstü bezi hastalıkları, kalıtsal, genetik leptin eksikliği ve leptin direnciyle ilgili hastalıklar gibi nedenlerle de gelişebilir” diye konuştu.

    “Yaşam tarzı değişikliği şart”

    Obezitede yaşam tarzı değişikliklerinin önemine işaret eden Dr. Karakaş hareketsiz yaşam, fast food ve hazır gıdaların tüketimi, onun dışında sebze, meyve tüketiminin ve lif tüketiminin azaltılması, şeker ve kalorisi yüksek olan gıdaların artışının obeziteye neden olduğunu söyledi. Yaşam tarzı değişikliğinin obezite ile mücadelede her aşamada olması gereken bir tedavi basamağı, mutlaka üstünde durulması gereken olmazsa olmaz bir parçası olduğunu sözlerine dile getirdi.

    Dr. Karakaş yaşam tarzı değişikliği için başlıca yapılması gerekenleri “hareketin artması, düzenli egzersiz, uyku düzeni sağlanması, beslenmenin düzenlenmesi, junk food ve fast food tüketiminin azaltılması, sağlıklı yağlar, sebze ve meyve dolayısı ile lif tüketiminin artırılması, kaliteli protein alımına dikkat edilmesi, işlenmiş gıda tüketiminin azaltılması, günlük alınan kalorinin kontrolü, stres yönetimi” olarak sıraladı.

    “Medikal tedavilere başlanmalı”

    Bu değişiklikler dışında medikal tedavilerin de uygulandığından bahseden Dr. Karakaş “Obezite tedavisinde uygulanan radikal yöntemlere geçmeden önce hasta, mutlaka endokrinoloji ya da dahiliye polikliniklerinde değerlendirilmeli ve öncelikle medikal tedavilere başlanmalı. Bu tedaviler ise mutlaka bir hekim kontrolünde olmalı” dedi.
    Cerrahi tedavi yöntemlerinin yaşam tarzı değişikliği, diyet ve medikal tedavi ile yeterli kilo veremeyen, vücut kitle indeksi 40 ve üzeri kişilerde veya vücut kitle indeksi 35 ve üzeri obezite komplikasyonları gelişmiş kişilerde bir seçenek haline geldiğini söyledi.

    “Ekran başında geçirdiğimiz vakti azaltmalıyız”

    Obezite ve diyabet ilişkisine de değinen Dr. Karakaş “Her diyabetik hasta obeziteye daha yatkın değildir, insülin direnci gelişmiş Tip 2 diyabeti olan hastalarda obezite daha sık gözlenmektedir” dedi.

    Obeziteden korunmak için şeker, yağ ve kalorisi yüksek besinlerden uzak durulması gerektiğinin altını çizen Dr. Karakaş, sözlerini şu şekilde sürdürdü: “Özellikle obeziteden sakınmak için hareketimizi, lif tüketimimizi artırmamız lazım. Sebze ve meyve tüketimimizi artırmamız lazım. Bol su içmeye özen göstermemiz gerekiyor. Yüksek şeker, yağlı ve kalorisi yüksek gıdaların tüketimini azaltmalıyız. Ekran başında geçirdiğimiz vakti azaltmalıyız. Obezitenin engellenmesi açısından mutlaka ara ara vitamin düzeylerimizin değerlenmesi ve eksikliklerin de hekimlerimiz tarafından giderilmesini öneririm.”

  • Güneşe maruz kalanlar dikkat

    Güneşe maruz kalanlar dikkat

    Ülke genelinde mevsim normallerinin üzerinde seyreden hava sıcaklarından bunalan vatandaşlar, ciltlerini koruyabilmek için güneş kremlerine rağbet gösteriyor. Uzmanlar, merdiven altı kullanılan güneş kremlerinin egzama, alerji ve daha kötü durumlara neden olabileceğine dikkat çekiyor.

    Dermatoloji Uzmanı Dr. Süleyman Bağlam, güneş ışınlarına direkt maruz kalındığı takdirde cilt kanserine kadar hastalığın ilerleyebildiğini söyledi.

    Bağlam, “Güneş ışınlarının en dik ve yoğun geldiği dönemdeyiz. Güneş ışınları yaşamımız için çok gerekli, sağlıklı olsa da cildimize büyük zararları var. Bu zararları 4 gruba ayırabiliriz. Birincisi cildimizi yaşlandırıyor. İkincisi cildimizde leke oluşumuna neden oluyor. Üçüncüsü ve en önemlisi cilt kanserlerine neden oluyor. Hastanelerde, polikliniklerde artık yaşlı hastaların çok sık cilt kanseriyle geldiğini görüyoruz. Dördüncü olarak da güneş cildimizde yanıklara ve bundan dolayı ekstra tedavi almamıza, masraflara neden olabilir. Güneşin bu gibi zararlarından korunmak için muhakkak güneş kremi kullanmamız lazım” dedi.

    Güneş kremi kullandıktan yarım saat sonra dışarı çıkılması gerektiğinin altını çizen Dr. Bağlam, “Güneş kremleri temelde ikiye ayrılır. Ya fiziksel güneş kremleri ya da kimyasal güneş kremleri. Fiziksel güneş kremleri genelde Titanium ya da Çinkoksit içerir. Bunlar özellikle hassas ciltlerde, çocuklarda, gebe ve emzirenlerde uygundur. Kimyasal güneş kremleri bu tarz bir endikasyonu olmayan hastalara da uygulanabilir. Güneş kremi kullanırken iki parmak kuralı dediğimiz bir durum vardır. Yüzümüze güneş kremi sürürken bir parmak boyunca sürülmesi lazım. Ve yüzün bir tarafına bir parmak, diğer tarafına bir parmak olacak şekilde tüm yüze güneş kremini uygulamak lazım. Güneş kremini sadece yüze değil kulak, boyun bölgesine de uygulamak lazım. Güneş kremini yarım saat evvel kullanıp o şekilde dışarı çıkmak lazım. Çünkü bunların etkisi ortalama 15-20 dakika hatta yarım saat sonra başlar. Dolayısıyla güneş kremini saydığımız bölgelere muhakkak kullanmak lazım” ifadelerini kullandı.

    Vatandaşların bakanlık tarafından onaylanan güneş kremlerini tercih etmesi gerektiğini söyleyen Bağlam, “Kimyasal güneş kremleri dedik. Özellikle içeriği kimyasal olanlarda endokrin sistemini bozan kanserojen güneş kremleri de olabilir. Bu yüzden güneş kreminin muhakkak Sağlık Bakanlığı tarafından onaylı olması gerekir. Dolayısıyla merdiven altı ürünleri kullanmak çok tehlikeli. Hem onların koruyuculuğu da test edilmemiş olduğundan dolayı, istediğimiz korumayı yakalamayabiliriz, hem de güneş kremine bağlı egzama, alerji ve daha kötü durumlara neden olabilir” diye konuştu.

    Son olarak gün içerisinde 3 saatte bir güneş kreminin kullanılması gerektiği yönünde vatandaşları uyaran Bağlam, “Gün içerisinde güneş kremleri yaklaşık 2-3 saat içerisinde etkisini kaybeder. Bu yüzden 3 saat içerisinde bir güneş kremini muhakkak yenilemek lazım. Güneş kremini sürdüm, bana bir şey olmaz deyip dışarı çıkıp saatlerce dolaşırsak, güneş kremine bağlı, daha doğrusu bunu yanlış kullandığımız için yanıklar görebiliriz. Bu yüzden 3 saate bir kullanmamız, tekrar etmemiz gerekir” ifadelerine yer verdi.

  • Dünya Covid-19 için yeniden alarmda

    Dünya Covid-19 için yeniden alarmda

    ABD Başkanı Joe Biden, son zamanlarda Covid-19’a yakalanan tek şanssız kişi değil. Son zamanlarda ABD genelindeki 21 eyalette atık suda “çok yüksek” SARS-COV-2 virüs seviyeleri gözlemlendi. Uzmanlara göre bu yaz, Covid enfeksiyonlarındaki artış 2023’ün aynı dönemine göre daha yüksek.

    İKİ YENİ VARYANT YÜKSELİŞTE

  • Uzmanından “dengeli beslenme” tüyoları

    Uzmanından “dengeli beslenme” tüyoları

    Dengeli beslenmenin hastalıklardan korunmanın bir yolu olduğunu söyleyen Burcu Akbeyaz, “Dengeli beslenmek hem sağlığımızı korumak hem de hastalıklara karşı korumak için en güzel yollardan biri. Dengeli beslenirken de bazı besinleri bir arada kullanmak aslında birçok fayda sağlayacaktır. Bunları beslenmenin kısa yolları olarak düşünebiliriz. Demir, oksijen taşıyan bağışıklığımızı geliştiren kırmızı kan hücrelerini üretmek için ihtiyacımız olan besin gruplarından biri aslında. Bu besin grubunu C vitamini ile birlikte tükettiğimizde demirin emilimini oldukça arttırmış oluyoruz. Demire et ve baklagiller olarak örnekler verebiliriz. C vitamini açısından ise narenciyeler, bol limonlu salatalar, kırmızı ve yeşilbiberleri kullanabiliriz. Bir diğeri ise yağda çözünen A,D,K vitaminleridir. Bu A,D,K vitaminlerinden A vitamini kırmızı ve turuncu sebzelerin içinde bulunur. D vitamini ise oldukça yağlı balıkların içerisinde bulunmaktadır. K vitamini de yeşil sebzelerin içinde bulunur. Bunların zeytinyağı, avokado, ceviz ve badem gibi yağlı tohumlar ile birlikte tükettiğimizde de vücudumuzdaki emilimini arttıracağız” dedi.

    Akbeyaz, D vitamininin güneş dışında besinlerden de karşılanabileceğini söyleyerek, “Temeli güneşimiz olan D vitaminini aslında besinlerden sağlayabiliriz. Yağlı balıklar, et, yumurta sarısı gibi besinler de bu gruptadır. Bunları kalsiyumdan zengin olan süt ve süt ürünleri, dereotu, maydanoz ve roka ile birlikte kullandığımızda aslında D vitamini emilimini arttırmış olacağız. Bunun da vücudumuzda çok fazla aktifliğini göreceğiz. A vitamini biliyoruz ki göz sağlığımız için önemli bir vitamin. Bu vitamini çinko ile birlikte kullandığımızda yani kuru baklagil, hayvansal gıdalar ile birlikte kullandığımızda göz sağlığı açısından çok daha zengin bir vitamin elde etmiş oluyoruz ve bu vücudumuz için çok fazla fayda sağlayacaktır. Biliyoruz ki yeşil çay antioksidanlar bakımından oldukça zengin ve bunu limonla birlikte tükettiğimizde antioksidan miktarını oldukça arttırmış ve vücudumuz için yine aynı şekilde fayda sağlamış olacağız. Hepimizin bildiği zerdeçal aslında içerisinde bulunan kurkumin tarafından antioksidan içeren bir bileşik barındırıyor. Bunun da karabiberin içerisindeki piperin ile birlikte aslında biyo yararlılığını arttırmış olacağız. Zeytinyağıyla hafif bir ısı ile birlikte aslında zerdeçalın içerisindeki bu kurkumin antioksidan içeriği yüksek olan bileşik ile aslında biyo yararlılığını arttırmış olacağız. Bir diğeri ise domates ve zeytinyağı. Domatesin içerisinde bulunan likopen çok güçlü bir antioksidan içeriğine sahip ve yağda çözünüyor. Bunun için de domatesi zeytinyağı ile birlikte kullandığımızda likopenin aslında emilimini arttırıyoruz. Vücudumuz için de müthiş bir antioksidan bulundurmuş oluyoruz” ifadelerini kullandı.

    Böğürtlenin tofu peyniri ile tüketildiğinde peynirde bulunan kalsiyumun daha fazla emilmesine yardımcı olacağını söyleyen Akbeyaz, “Yazın gelmesi ile birlikte pazarlarda da böğürtlenlerin geldiğini görüyoruz ve kendi başlarına çok lezzetli olduklarını da biliyoruz. Proteinden ve D vitamininden zengin olan bir peynir çeşidi olan tofu ile birlikte böğürtlenin tüketilmesi bu peynirin içerisinde bulunan kalsiyumun daha fazla emilmesine yardımcı olacak. Böylelikle de aslında kemik gelişimine özellikle de yetişkinlik çağına geçecek olan ergenlik dönemindeki çocuklar için oldukça güzel bir ikili olacaktır. Biliyoruz ki göz sağlığı için en önemli besinlerden birisi de havuç. Havuç sevmeyenler ne yapacak dersek, bunun için en güzel kombinasyon ise avokado ve ıspanağın birlikte kullanımı. Bunların birlikte kullanımını diyete ekleyerek göz sağlığına katkı sağlayabiliriz ve böylelikle göz sağlığının en önemli besin kaynaklarından birini de kullanmış oluruz. Bir diğeri ise cevizi ıspanakla birlikte kullanmak. Biliyoruz ki ıspanak K vitamini açısından çok zengin ve bunu cevizle birlikte kullandığımızda yani Omega-3 içeriği yüksek olan bir besinle kullandığımızda hücre büyümesine katkısı ve kemik gücünü arttırmaya yardımcı olacaktır” dedi.

  • Sığ sularda dalış yapmak ölüm veya felçle sonuçlanabiliyor

    Sığ sularda dalış yapmak ölüm veya felçle sonuçlanabiliyor

    Sezonun başlamasıyla birlikte tatile giden, deniz, göl, gölet, baraj, akarsu ve sulama kanallarında serinlemeye çalışan vatandaşları uyardı. Op. Dr. Bilal Kılıçarslan, “Sığ suların derin olmayışı birçok kişi için güvenli bir dalış ortamı gibi görünebilir ancak aslında sığ sularda dalmanın ciddi riskleri bulunmaktadır. Özellikle yetersiz bilgi ve deneyime sahip olanlar için sığ sularda dalış yapmak, ölüm ve felç gibi ciddi sonuçlar doğurabilecek tehlikeler içerebilir” dedi.

    Sığ suya dalma konusunun tehlikeli olduğuna dikkat çeken Op. Dr. Bilal Kılıçarslan, “Sığ sular genellikle kayalık ve sivri objelerle dolu olabilir. Bilinçsizce yapılan bir dalış sırasında su altındaki bir kayaya ya da objeye çarpma durumu ciddi yaralanmalara veya felce sebep olabilir. Derin suların aksine sığ sularda yüzeydeki suyun kalitesi ve şeffaflığı da dalış güvenliğini etkileyebilir. Bulanık veya kirli suda dalış yapmak, su altındaki tehlikeleri görmeyi zorlaştırabilir veya kazalara yol açabilir” ifadelerini kullandı.

    Sığ sularda yapılan dalışlarda basınç değişimine bağlı olarak oluşabilecek sağlık sorunlarının göz ardı edilmemesi gerektiği, gerekli eğitimlerin alınması, doğru ekipmanların kullanılması ve güvenli dalış prensiplerine dikkat etmenin hayati önem taşıdığının altını çizen Op. Dr. Bilal Kılıçarslan, şu uyarılarda bulundu:
    “Özellikle hızlı bir şekilde yükselme yapılması durumunda, vücuttaki azot gazı miktarı aniden artabilir ve dekompresyon hastalığına yol açabilir. Bu durum, felç gibi ciddi sonuçlar doğurabilir ve hatta ölümcül olabilir”

  • Uzmanı uyardı: Deniz ürünleriyle vücuda giriyor

    Uzmanı uyardı: Deniz ürünleriyle vücuda giriyor

    Kardiyoloji Uzmanı Dr. İsmail Erdoğu, mikroplastikler hakkında önemli bilgiler verdi. Erdoğu, yaptığı açıklamada mikroplastiklerin deodorant, parfüm gibi kişisel bakım ürünleriyle birlikte insan vücuduna girdiğini ve ciddi sağlık sorunlarına yol açabileceğini belirtti.

    Deniz ürünlerinden mikroplastiklerin insan vücuduna girebileceğini belirten Erdoğu, “Plastikler özellikle deniz sularına karışarak, daha da küçük parçalara ayrılmaya başlıyor. Plastik ürünler doğada yok olması zor olan ürünlerdir. Bu plastikler okyanuslara, denizlere, katıldıktan sonra çok daha küçük gözle görülmeyen parçalara ayrılıyor. Plastikler denizlerde yaşayan canlıların vücutlarında birikmeye başlıyor. Deniz canlıları plastik parçaları vücut içerisine alıyor, deniz ürünlerini tükettiğimizde bu mikroplastikler vücudumuza girebiliyor. Yada kimyasal ürünler deodorantlar, parfümler ve hijyen gibi ürünlerle vücudumuza temas ederek girebiliyorlar” dedi.

    Üreme sağlığını tehdit edebilir
    Mikroplastiğin birçok hastalığa neden olduğunu belirten Erdoğu, “Plastiklerin hayatımıza getireceği zararlar konusunda da elimizde çok ciddi veriler yok. Kalp krizi, felç, böbrek yetmezliği, gibi hastalıklara sebebiyet verebiliyor mu hemen üzerinde tamamlanmış bir çalışma yok. Gelecek yıllarda belki 50 yıl sonra insanlar dönüp baktığında ‘bu insanlar plastikleri nasıl kullanmış’ ‘bu kadar zararlı şeyleri neden dönüştürmemişler’ gibi bir takım sorular akıllarına gelecek. Bugün bunlarla ilgili elimizde çok ciddi veriler olmadığı için bunlarla ilgili bir şeyler söyleyemiyoruz. Tıbbi hayatımızda olan gözlemlerden şunları söyleyebilirim ki çocuk sahibi olabilme sıklığımız 20-30 yıl öncesine göre oldukça kısıtlı. Belki üreme sağlığı ile alakalı ilk ciddi veriler gelmeye başlayacak ve üreme sağlığını olumsuz etkilediğine dair bir takım verilere sahip olacağız” diye konuştu.

    “Hazır gıdalar yerine taze gıdalar tüketmeliyiz”
    Erdoğu, hazır gıdalar yerine taze gıdalar kullanarak mikroplastiklerden korunabilmenin mümkün olduğunu söyleyerek, “Korunmamızın yolları da bunlarla olan temasları azaltmamız gerekiyor. Konserve edilmiş gıdalar, uzun süre saklanabilir şeyler ve plastik malzemeler içerisinde satılan ürünleri tüketmemiz gerekiyor. Cam ürünler daha çok tercih edilebilir. Hazır gıdalar yerine taze gıdalar tüketmeliyiz. Çocuklarımızın ve bizlerin kullanacağı eşyaların plastik değil, organik ürünlerden olmasına dikkat etmeliyiz. Kullandığımız kıyafetlerin pamuklu olmasına dikkat etmemiz gerekiyor. Çünkü sentetik ürünlerde plastiklerin alt kolu olarak karışımıza çıkıyor. Plastikleri daha az kullanmalıyız ve daha az tüketmeliyiz” ifadelerine yer verdi.

  • Diyabet ve hipertansiyon, kronik böbrek yetmezliğinin en önemli nedeni

    Diyabet ve hipertansiyon, kronik böbrek yetmezliğinin en önemli nedeni

    Dünya Sağlık Örgütü tarafından ‘bulaşıcı olmadığı halde salgın şeklinde yayılan’ kronik bir hastalık olarak nitelendirilen diyabet hastalarının çoğu, bu süreçte aslında kendilerine yüksek tansiyonun da eşlik ettiğinden haberdar olmayabiliyor.

    İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi, Nefroloji Bilim Dalı Başkanı ve Türk Böbrek Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Aydın Türkmen, yapılan bilimsel çalışmalarla şeker hastalığı ile yüksek tansiyon arasında güçlü bir bağ bulunduğuna dikkat çekerek, “Hatalı beslenme, hareketsizlik, obezite gibi nedenlerle sonradan edinilmiş şeker hastalığı, bir diğer ifadeyle tip-2 diyabet hastalarının yaklaşık yüzde 70’i, aynı zamanda yüksek tansiyon hastası ve bu hastaların bir kısmı tansiyon düzeylerini düşürebilmek için reçeteli ilaçlar kullanıyor. Gerek tip-2 diyabet, gerekse yüksek tansiyon ortak bir paydada buluşur; her ikisi de kronik hastalıklardır, neredeyse hayatı boyunca hastayla birliktedirler ve her iki hastalık da kişinin beslenme, egzersiz ve yaşam alışkanlıklarından doğrudan etkilenir. Bu iki kronik hastalığın birlikteliği, iskemik kalp hastalığı sıklığını ve bunlara bağlı ölümleri de kat kat artırmaktadır” dedi.

    Türk Böbrek Vakfı Başkanı Timur Erk ise son dönem kronik böbrek yetmezliği hastalığının gelişmesinde diyabet ve hipertansiyonun iki önemli neden olduğunu vurgulayarak, “Türkiye’de yaklaşık 65 bin diyaliz hastası bulunuyor ve bu hastaların ortalama yüzde 40’ı şeker hastalığı nedeniyle son dönem kronik böbrek yetmezliği hastası. Ayrıca pandemi sürecinde erken evrelerdeki hastaların doktor kontrollerini aksatması, günümüzde kronik böbrek yetmezliği hastalığının artmasına da neden oldu. Bu duruma birbirini tetikleyen obezite açısından baktığımızda ise Türkiye, maalesef obezite açısından Avrupa’da birinci, dünyada ise üçüncü sırada. Biz Türk Böbrek Vakfı olarak ülkemizde böbrek sağlığının korunması adına 14 yıldan bu yana sahada eğitimlerle koruyucu hekimlik yapıyoruz. Unutulmamalı ki bu hastalıklar, sağlıklı beslenme ve doğru yaşam alışkanlıkları ile önlenebilir” dedi.

    “Yaşamı tehdit eden riskleri düşürmek hastanın kontrolünde”
    Diyabet ve hipertansiyon ile ilgili hasta ve hasta yakınlarına detaylı bilgiler veren Türkmen, “Hasta yeterli ve dengeli beslenir, sigara ve alkol gibi zararlı alışkanlıkları bırakır, hayatına spor anlamında hareket katar, kilosunu kontrol altına alır ve ilaç tedavisini aksatmaz ise bu durumda hem kan şekeri hem kan basıncı kontrol altına alınır. Böylece hasta, her iki kronik hastalığa rağmen sağlıkla yaşayabilir ve yaşamı tehdit eden riskleri en düşük seviyeye indirebilir. Şeker hastalığındaki ana sorun, hastalarda besinlerle vücuda giren şekeri, bilimsel tabiriyle glikozu, enerji üretmek üzere hücrelere taşıması gereken insülin hormonu yetersizliği veya eksikliğidir. Bu hastalarda insülin üretimi yetersiz olabileceği gibi hiç üretilmiyor da olabilir. Sonuç olarak kanda biriken glikoz, özellikle atar damarlara ve dolayısıyla böbreklere zarar verir. Böbrekler, yoğun damar yapısına sahip organlar oldukları için damarları etkileyen tüm sağlık sorunları, böbrekleri de etkiler. Şeker hastalığının böbreklerde oluşturduğu hasar nedeniyle böbreklerden tuz ve su atımı bozulur, bunun sonucu olarak da kan basıncı yükselir. Şeker hastalığı zaman içerisinde küçük kan damarlarına zarar verir. Bu, kan damar duvarlarının sertleşmesine ve düzgün çalışmamasına neden olur. Bütün bunlar da yüksek tansiyonun ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Kalp krizi ve felç gibi hastalıklar hem şeker hem de tansiyon hastası olan kişilerde, diyabeti olmayan yüksek tansiyonlu kişilere göre yaklaşık iki kat daha fazla görülür. Beyindeki kan damarları, yüksek tansiyonun verdiği hasara karşı hassas olduğundan, kronik yüksek tansiyon, demans ve felç gibi sağlık sorunlarının da erken başlamasına yol açabilir” dedi.

    “Şeker hastalığında da günlük tuz tüketimine dikkat edilmeli”
    Türkmen, “Tansiyonun, bir diğer ifade ile kan basıncının 130/80 mmHg düzeyinde tutulması idealdir. Ancak bu düzeye ulaşabilmek için birçok şeker hastasının uzman hekim kontrolünde hipertansiyon ilacı kullanması gerekebilir. Kullanılacak ilaçlar, böbrek ve kalp hasarını yavaşlatmak, kan basıncını ve kilo alımını kontrol etmek gibi yan faydalar da sağlayabilirler. Şeker hastaları da yüksek tansiyonu önlemek için günlük tuz tüketimlerini kısıtlamalıdır. Sağlıklı bireyler için tavsiye edilen günlük tuz tüketimi yaklaşık 6 gramdır. Bu oran dolu bir çay kaşığı kadar tuza denk gelir. Ancak burada önemli olan, yediklerimizin bazılarının içinde tuz olduğunu, 6 gram tuzun bir gün içinde eklememize izin verilen miktar değil, tüm yediklerimizden aldığımız toplam miktar olduğunu hatırlamaktır. Ayrıca, dönemsel doktor kontrolleri asla ihmal edilmemelidir. Özellikle reçeteli ilaç kullanan hastalar, kendilerini takip eden uzman hekimlerin yönlendirmesi doğrultusunda yılda birkaç defa düzenli kontrol takvimlerine sadık kalmalıdır” dedi.

     

  • Kadınların vazgeçilmezi topuz ve atkuyruğuna dikkat: “Kelleşebilirsiniz”

    Kadınların vazgeçilmezi topuz ve atkuyruğuna dikkat: “Kelleşebilirsiniz”

    Kellik ve saç dökülmesi nedeniyle son yıllarda hem erkeklerin hem de kadınların sorun yaşadığı ifade ediliyor. Özellikle yanlış saç toplama stillerinin kadınlarda birçok soruna neden olabileceğini belirten uzmanlar, uyarılarda bulundu. Sıcak yaz günlerinde rahatlık sağlaması açısından kadınların atkuyruğu, sıkı topuzlar gibi modelleri tercih etmesinin yanı sıra saçlarının arasını lastiklerle gerdirmesinin uzun süreli kullanımda saç çizgisinin kalıcı olarak geri çekilmesinden kelliğe kadar birçok olumsuz etkisi olduğu aktarıldı. Dermatoloji Uzmanı Doç. Dr. Tuğba Özkök Akbulut ve Esenyurt Necmi Kadıoğlu Devlet Hastanesi Dermatoloji Bölümü’nden Uzm. Dr. Betül Kızılkan, saç yıkama sıklığı, bakımı ve sağlığının korunması gibi konularda bilgi verirken vatandaşlara tavsiyelerde bulundu.

    “Saç yıkama sıklığı kişinin saç derisinin tipine göre değişir”
    Saçların ne sıklıkta yıkanması gerektiği konusuyla ilgili konuşan Dermatoloji Uzmanı Doç. Dr. Tuğba Özkök Akbulut, “Saç yıkama sıklığı kişinin saç derisinin tipine göre değişir. Eğer yağlı bir saç derisine sahipse o zaman her gün yıkanabilir. Tabi günlük yıkama durumunda da saçımızı koruyan yağ dokusunun azalmasını da istemiyoruz. Uçları özellikle köpürterek, şampuanla yoğun bir şekilde temas ettirerek yıkamayı önermiyor, uçlarını saç kremiyle korumalarını öneriyoruz. Saçın uçlarının yıpranması, yağının, saçta koruyucu yapının azalmasına bağlı olarak çatallanmaya, kurumaya yol açabilir. Kuru saçlı bir deri ya da normal saçlı bir deri varsa o zaman 2-3 günde bir saçlar yıkanabilir. Saçlı deriyi değerlendirdikten sonra en geç 3 günde bir yıkanmasını öneriyoruz. Yıpratıcı işlemler; her gün fön çekilmesi, maşaların kullanılması, ısıl işlemlere maruz kalan saçlarda yıpranmayı daha çok görüyoruz. Kimyasal maddelere sahip ürünlerin kullanılması saçları yıpratabiliyor. İçten dışa doğru bir güzellik yaklaşımını benimsediğimiz için öncelikle iyi bir beslenmeyi hastalarıma öneriyorum. Katı diyetlerin yapıldığı dönemde saçlar öncelikle etkileniyor. Bunun için düzenli beslenme, fast food ürünlerinden uzak bir beslenme saç sağlığımız için önemli. Özellikle badem, bazı kuruyemişlerin, minerallerin dengeli bir şekilde tüketilmesi önemli. Demir eksikliği, saçımızı önemli ölçüde etkiliyor” dedi.

    “Saça zarar veriyor, kesinlikle önermiyoruz”
    Kişilerin saç yapısına göre önerilerin şekillendiğini aktaran Doç. Dr. Akbulut, sözlerine şöyle devam etti:
    “Bazı insanların saçları daha ince telli bazı insanların daha kalın telli ya da normal telli olabiliyor buna göre de saç bakım önerilerimiz değişiyor. Saç yıkandıktan sonra saç kreminin sürülmesi, haftada bir belki uygun bir saç maskesinin yapılmasını öneriyorum. Sosyal medyanın gücü çok fazla gerçekten bir taraftan da bilgi kirliliğine, evlerde bir sürü ürünün olmasına yol açabiliyor. Bu önerileri hastalarımızın bu konuda uzman olan, bunun eğitimi almış olan hekimlerden alması çok daha doğru. Sıkı uygulamalar saça zarar veriyor, sıkı topuzlar tıpkı bir diş eğriliği durumunda nasıl ortodontik bir tedaviyle dişi uygunsuz olduğu yerden normal yere nasıl taşıyabiliyorsak saç da gerimle saç çizgisini geriye doğru taşıyabiliyor. Hastalarımız aslında onu seviyor çünkü bir botoks etkisi yapıyor, kaşları kalkmış vaziyette oluyor ama bunun düzenli bir şekilde yapıldığı durumlarda saç çizgisi geriye kaçıyor, saç dökülmesine, saç köklerinin kırılmasına, zayıflamasına yol açıyor. Kesinlikle önermiyoruz, saç çizgisinin geriye kaçması da kozmetik olarak hastalarımızı mutsuz ediyor. Çok sıkı olmayan, daha gevşek bir şekilde tabi ki topuz yapılabilir. Her gün yapılması değil de belli bir rutin içerisinde, örneğin; haftada 2 kez yapılabilir. Havalar çok sıcak olduğu için tabi ki bir bağlama ihtiyacımız oluyor ama özellikle sıkan, bir gerim oluşturan derecede sıkı bağlamayı önermiyoruz. Güneşten de saçımızı korumamız büyük önem taşıyor”

    “Kalıcı kelliğe yol açabilmekte”
    Sıkı saç modellerinin saça birçok olumsuz etkisi olduğunu belirten ve önerileri alanında uzman isimlerin yapması gerektiğine dikkat çeken Dermatoloji Uzmanı Dr. Betül Kızılkan, “Saçımızı çok sıkı bağlamamalıyız, atkuyruğu ya da sıkı topuzlar, sıkı bandajlar, saçlarımızın incelmesine, saç çizgimizin geriye gitmesine aynı zamanda uzun süreçte tekrar tekrar toplamalar gerçekten saçımızın kalıcı olarak yok olmasına, kalıcı kelliğe yol açabilmekte. Açık şekilde rahatsız olan hastalarıma gevşek bağlamalarını, çok sıkmamalarını öneriyorum. Saçları özellikle arkaya doğru çekiştirdiğimizde zaten en fazla başlayan öndeki kılların incelemesi oluyor. Bu alışkanlık bırakılırsa saçlar geri dönebiliyor ama uzun süreçlerde kılların çıktığı foliküller de hasar gördüğü için o bölgelerde bir daha saç çıkmamaya başlıyor. Genelde ön kısımlarda, incelme, saçların çıkmaması şikayetleriyle hastalar geliyor. Erken döneminde toparlanabiliyor ama uzun süreçte sık tekrarlayan bağlamalar, topuzlar gerçekten de saçın kaybına yol açıyor. Sıkı topuzu hiçbir şekilde önermiyorum. İdeal olarak 2 günde bir saç diplerimize uygun bir şampuanla, daha sonrasında saç uçlarımıza masaj yaparak saç kremi uygulanması ve haftada 1-2 kez saç maskesi kullanılabileceğini öneriyoruz. 2-3 hafta yıkanmamasını sonuçta saçın sağlığı açısından da çok uygun görmüyoruz. En azından haftada 1 kere yıkamayı öneriyoruz. İşinde uzman olmayan kişilerin bu tarz şeyler hakkında yorum yapmasını çok uygun bulmuyorum” şeklinde konuştu.

  • Kalp hastası bebek helikopter ambulansla Diyarbakır’a sevk edildi

    Kalp hastası bebek helikopter ambulansla Diyarbakır’a sevk edildi

    Sağlık Bilimleri Üniversitesi Van Eğitim ve Araştırma Hastanesinde doğuştan kalp hastası olan bebeğin ileri tetkik ve tedavisi için başka bir hastaneye sevkine karar verildi. Hastaneden ambulansla Ferit Melen Havalimanı’na götürülen bebek, burada hazır bekleyen ambulans helikopterle Diyarbakır’a nakledildi.