Kategori: Sağlık

  • Ayağınızdaki Ağrıları Hafife Almayın

    Tarsal tünel sendromunun (ayak bileği sinir sıkışması) teşhisi sıklıkla atlanan, nadir ama önemli bir sinir tuzaklanması olduğunu belirten Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı Dr. Ali Şahabettinoğlu, “Sinir tuzaklanması, bir sinirin sıklıkla herhangi bir anatomik yapının içinden veya yanından geçerken baskıya uğraması veya sıkışmasıdır. Tarsal tünel ayak bileğinin iç kısmındaki flexör retinaculum denilen bir bandın altındaki tünel olup içinden bazı tendonlar, tibial sinir, atardamar ve toplardamarlar geçer. Bu tüneldeki sinirin her hangi bir sebeple sıkışması sonucu ayakta ağrı, yanma veya uyuşma hissi şikâyetleri oluşur. Sebepleri arasında sıkı bilekli ayakkabı giymek, travma, şeker hastalığı ve inflamatuar eklem hastalıkları, tendon patolojileri, düztabanlık sayılabilir. Ayak bileği sinir sıkışması çoğunlukla kadınlarda daha sıktır ve genellikle tek taraflıdır” şeklinde konuştu.

    Ayak Uyuşması Olan Hastalar Dikkatli Olmalı

    Belirtilerin kişiden kişiye göre değişiklik gösterdiğini belirten Şahabettinoğlu, “Ağrıların ve diğer belirtilerin zorlamalara ve yapılan fiziksel aktivitelere göre arttığı gözlenmektedir. Fiziksel aktivitelerin çok ağır bir şekilde yapıldığı günlerde gecelerde karıncalanmalar ve ağrılar fazlasıyla artmakta, dinlenme ile ise hafiflemektedir. Ayak bölgesinde olabilecek enfeksiyon, travma, tümör gibi durumlar da sinir zedelenmesine sebep olabileceğinden dolayı bu bölgenin iyice incelendikten sonra teşhise gidilmesi önemlidir. Teşhisin konulmasında, ayrıntılı fizik muayene ve MR, EMG tetkikleri önemlidir. En çok karıştığı durum topuk dikeni olup çoğu TTS hastası topuk dikeni teşhisiyle aylar boyunca tedaviler görüp bunlardan hiç yanıt alınamadığı zaman acaba TTS olabilir mi diyerek araştırılınca tespit edilmektedir. Seyrek olarak bel fıtıkları da benzer bulgular verebilir. Bu yüzden ayak uyuşması olan hastalarda dikkatli olunmalı, bel fıtığı ile karışabileceği akılda tutulmalıdır” dedi.

    Ameliyatsız Tedavi Mümkün

    Doğru teşhis konulmasını takiben, tedavide tüneldeki dış baskıların azaltılması, inflamasyonun dindirilmesi, ayak ve ayak bileği deformitelerinin düzeltilmesi ve siniri sıkıştıran yumuşak dokuların gevşetilmesi gerektiğini belirten Dr. Ali Şahabettinoğlu, “Konservatif tedavide istirahat, ilaç, immobilizasyon için ortez, aletli ya da manuel fizik tedavi uygulanmaktadır. Manuel (elle) tedavi olarak sinir kaydırma ve mobilizasyonları yumuşak doku mobilitesini iyileştirmek için kullanılır. Sonrasında ayak kaslarını güçlendirici egzersizler verilir. Manuel tedavi genellikle haftada 2 seans uygulanmakta ve toplamda 6-10 seans sürebilmektedir. Manuel terapi de ayak bileğine ellerle bir takım germe, döndürme, kaydırma teknikleri yapılmaktadır. Genellikle bu hastaların çoğu ameliyatsız olarak tedavi edilebilmektedir. Egzersizlerin fizyoterapist ya da bir medikal egzersiz uzmanınca yaptırılması gerekmektedir. Medikal ve fizik tedaviye cevap vermeyen az sayıdaki hastada ameliyat gerekebilmektedir. Ancak ameliyat gereken hastalarda da ameliyat sonrası iyi bir fizik tedavi ve rehabilitasyon programı uygulanmalıdır’’ diye konuştu.

  • Hipoglisemi Hakkında Bilinmesi Gerekenler

    Uzm.Dr Cemal Nuri Gürbüz, kanda şeker seviyesinin düşmesi ile ilgili önemli bilgiler verdi. Gürbüz, Evde, işyerinde veya sokakta birinin aniden ellerinin titremeye başladığına, soğuk soğuk terlediğine, anlamsız anlamsız konuşmaya başladığına, durup dururken şaşkın, sinirli ve adeta dağılmış bir hale geldiğine tanık oldunuz mu hiç? Belki de baş ağrısı, baş dönmesi ve çarpıntıdan yakınan, acıktığını söyleyen rengi solmuş bu kişinin nesi olduğunu hemen tahmin edip bir yerlerden kesme şeker veya meyve suyu bulup iyileştirdiniz onu. Hipoglisemiye bazen o kadar da kolay çözüm bulunamaz. Acil tıbbi müdahale gerekebilir. Müdahalede gecikme olduğunda nöbetler başlayabilir, kalp ritminde bozulma, kalp krizi, göz içi kanaması ve hatta koma bile görülebilir. Özellikle yaşlılarda uzun süren şeker düşüklüğü hayati tehlikeye sebep olabilir. Şeker düzeyinin 50 miligramın altında olması, hipoglisemiye ait belirtilerin varlığı, şeker veya şekerli sıvı ile düzelme olması tanı için yeterlidir” dedi.

    Şeker Hastalığı Hipogliseminin En Sık Görülen Nedenidir

    Tedavi ve takibi iyi yapılmayan ve şekeri genellikle yüksek seyreden şeker hastalarında 50 mg’ın çok üstünde de hipoglisemi bulguları görülebildiğine dikkat çeken Uzm.Dr Cemal Nuri Gürbüz, “Uzun yıllardır şeker hastalığıyla yaşayan bazı hastalar zamanla gelişen ve nöropati adı verilen sinir hasarı nedeniyle şeker düşmesini hissedemeyebilirler. Kullandıkları bazı ilaçlar da bu olumsuzluğa katkı yapabilir. Şekerin hızlı düşmesi durumunda, örneğin 500 miligramdan hızla 200 miligrama düşmesi halinde bile, hipoglisemi belirtileriyle karşılaşmak hiç şaşırtıcı değildir. Şeker hastalığı hipogliseminin tek değil ama en sık görülen nedenidir. Şeker hastaları öğünlerin gecikmesi, ara öğünlerin ihmali, yetersiz beslenme, ağır egzersizler, aşırı alkol, kullanılan insülin veya ilaç dozunun yüksek olması gibi nedenlerle hipoglisemiye girebilirler. Kilo kaybı, adet dönemleri ve doğum sonrası dönemde de şeker düşmesine rastlanabilir. Eski şeker hastalarında mide boşalmasında gecikme olması da şeker düşmesine neden olabilir” diye konuştu.

    Hipoglisami’ye nasıl müdahale edilmeli

    Uzm.Dr Cemal Nuri Gürbüz şeker hastalarındaki hipogliseminin tedavisi için şu önerileri yaptı.
    “Hafif hipoglisemi durumlarında hastaya hemen 4 adet kesme şeker veya bulunabilirse 150 cc portakal suyu verilmeli, 15 dakika sonra tekrar şeker ölçülmeli, şeker 80 mg’ın altında ise tekrar aynısı yapılmalı.

    Orta derecedeki hipoglisemi durumlarında 5 adet kesme şeker veya 200 cc portakal suyu verilmeli, on beş dakika sonra şeker 80 mg’ın altında ise aynısı tekrarlanmalı. Daha ileri durumlarda acil tıbbi yardım istenmeli.

    Reaktif hipoglisemiler

    Yemekten bir kaç saat sonra görülen şeker düşmelerinin nedeni insülin direnci olabilir. Gizli şeker diye bahsedilen bu dönem şeker düşmelerinin görüldüğü dönemdir. Yemeklerden sonra bazı kilolu kişilerde uyuklama olur ya, işte bu durum gizli şekerin en bilinen belirtisidir. Bu kişilerin üç ana ve üç ara öğün yemeleri, şekerli yiyecek ve içeceklerden uzak durmaları önerilir.
    Mide ameliyatı geçirenlerin yüzde 15’inde görülebilen hipogliseminin nedeni midenin hızla boşalıp gıdaların ince bağırsağa ulaşmasıdır. Bu durumlarda kan şekeri önce hızla yükselip sonra hızla düşer. Bu kişiler azar azar ve sık sık yemek yerlerse sorunları bir ölçüde azalır. Aşırı miktarda alkol alanlarda karaciğerden kana şeker geçişi yavaşlayıp şeker düşmesi görülebilir. Karaciğer sirozu, viral hepatitler, böbrek yetmezliği, kalp yetmezliği ve sepsis ( Mikropların kana yayılması ) şeker düşmesine neden olabilir. İleri derecede yeme bozukluğu, örneğin anorexia nevroza şeker düşmesi sebeplerinden biridir. Hamilelik sırasında şeker düşebilir. Pankreasın insülin veya insülin benzeri etki gösteren bir hormon salgılayan tümörlerinde ciddi hipoglisemilerle karşılaşılabilir. İnsüline zıt etkisi olan glukagon, büyüme hormonu, tiroid hormonu ve kortizolün eksik üretiminde açlık sırasında hipoglisemi görülebilir. Şeker hastası olmayanlarda ki hipogliseminin acil tedavisi şeker hastalarındaki gibidir. Fakat önemli olan altta yatan neden neyse onu bulup tedavi etmektir.

  • Boyun Kırığından 6 Ay Sonra Ameliyat Oldu

    Bursa’da geçirdiği trafik kazası sonrası boynu kırılan İsa Tokat (33), kaldırıldığı hastaneden 1 gün sonra boyunluk ile taburcu oldu. 6 aylık takip sonucunda boyun ağrıları giderek artan ve kırığı iyileşmeyen hastada çekilen kontrol tomografi ve radyolojik tetkiklerde kırığın kaynamayacak şekilde öne doğru kaydığı tespit edildi.

    İsa Tokat, Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Doç. Dr. Kazım Yiğitkanlı tarafından yapılan başarılı bir cerrahî operasyon geçirdi. İsa Tokat’ın 6 ay önce trafik kazası sonrası boyunun kırıldığını ifade eden Kazım Yiğitkanlı, “Bu kırık ise boyunluk ile tedavi edilmeye çalışılmış. Bize geldiğinde 6 ay geçmişti. Boyun kırığı artık giderek ilerlemiş ve öne doğru kayma vardı. Kaynama şansını da kaybetmişti. Bize geldiğinde ciddi boyun ağrıları ve hareket kısıtlığı vardı. Biz de riskli ama etkili, boynundaki kırığın kaynamasını sağlayabilecek tedaviyi uyguladık. Cerrahî tedaviyle boynundaki kaymayı yerine oturtarak kırığın kendi kendine kaynamasını sağlamaya çalışıyoruz. Ameliyatımızın üzerinden 1 ay geçti. Şu an her şey yolunda gidiyor. Kırığımız kaynama eğiliminde. Bir anda kaynama beklenmiyor” dedi.

    Cerrahî bir operasyon geçirmemiş olsaydı İsa’nın ciddi boyun ağrılarıyla hayatını idame ettirmek zorunda kalacak olduğunu belirten Yiğitkanlı, “Boynu kaydığı için kaynama şansı olmayacaktı. Ters bir harekette ise boyun altı felç olabilirdi. En azından bizim oraya koyduğumuz metal vidalarla kırık omuru yerine oturtarak kayma riskini azaltmaya çalıştık. İsa’nın boynunda ilk başta kırılma olmuş. Ancak ilerleyen süreçte kırık kendini sabitleyememiş ve öne doğru kayma olmuş. Öne doğru kayma gösterdiği için cerrahî olarak kafatasını boynuna sabitledik. Bu sabitlemeyle kırık olan omurun kaynaması için uğraşıyoruz” diye konuştu.

  • Migren Aşısı Bir Kaç Ay İçinde Türkiye’de Kullanılmaya Başlanacak

    Migrene bağlı dayanılmaz baş ağrısı ataklarını durduran ve önleyen, dünyada ilk kez migrene özel bir tedavi olarak geliştirilen migren aşısında Türkiye’deki hastalar için de geri sayım başladı. 2012’den bu yana üzerinde çalışılan ve hastalarda etkinliği kanıtlanan aşı, 2018 ortalarında Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi’nden (FDA) onay alarak, ABD ve Avrupa’daki pek çok ülkede kullanılmaya başlandı.

    Aşı çalışmalarına Türkiye’den de 12 hasta katıldı. Aşı çalışmalarına dahil edilen hastalardan ev hanımı Sevda Oral, “Baş ağrım başladığında 2-3 gün kendimde olmuyordum. Hayattan kopuyordum. Bir yıl boyunca her ay düzenli olarak aşıyı kullandım. Ne auram oldu ne baş ağrım oldu. Hayatım çok değişti” dedi.

    ‘ÇILDIRTAN AĞRIDA DA İŞE YARIYOR’

    Dünya Baş Ağrısı Derneği Yönetim Kurulu Üyesi ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Nöroloji, Algoloji ve Vasküler Nöroloji Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Derya Uludüz, iki firmanın ruhsat ve geri ödemeye alınması için bakanlığa başvurduğunu anlatarak, “Bu aşı Amerika ve Avrupa’nın birçok ülkesinde 1,5 yıldır rutin tedavi olarak kullanılıyor. Bizdeki başvuruların da birkaç ay içinde sonuçlanmasını bekliyoruz” dedi. Migren için bugüne kadar hep başka hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaçlardan yararlandıklarını kaydeden Prof. Dr. Uludüz, “Migrene spesifik bir ilaç yoktu elimizde. Farklı hastalıklar için üretilmiş, depresyon, epilepsi, kalp ritim bozukluğu gibi hastalıklarda kullandığımız ilaçlarla migren hastalarını tedavi etmeye çalışıyorduk. Migren aşısı sadece migrene özel kullanılan dünyadaki ilk tedavi. Bu açıdan çığır açan bir tedavi olarak lanse ediliyor. Kronik migren hastalarının yüzde 60-70’i bu tedaviden fayda görüyor. Hatta akut tedavi dediğimiz migren ağrısı geldiği anda ağrı kesici yerine bu aşıyı kullanabileceğimiz, çalışmalarla gösterilmiş durumda. Ayrıca küme baş ağrısı diye tanımladığımız, doğum sancısından bile şiddetli olarak tanımlanan bir ağrı türü daha. Daha çok uykuda ortaya çıkar, göz etrafında hissedilir, oyucu bir ağrıdır. Çıldırtan baş ağrısı diyoruz biz buna. Bu baş ağrısında dahi migren aşısının etkinliğini gösterildi. Yani hem migren hem de küme baş ağrısında kullanabiliyoruz bu aşıyı” diye konuştu.

    ‘AĞRIYA YOL AÇAN MEKANİZMAYI ENGELLİYOR’

    Prof. Dr. Uludüz, migrenin nasıl ortaya çıktığını ve bu tedavinin migren ataklarını nasıl önlediğini şu şekilde özetledi: “Genetik yatkınlığın üzerine uyku bozukluğu, stres, depresyon gibi dış faktörlerin de eklenmesiyle beyinde bazı reaksiyonlar meydana geliyor. Beyin, ne oluyor bana diyor ve halk arasında yangı olarak bilinen inflamasyon ortaya çıkıyor. İnflamasyon da beyinde bir maddeyi ortaya çıkarıyor. CGRP dediğimiz bu madde damarların genişlemesine neden oluyor; genişleyen damarlar beyin dokusuna baskı yapıyor ve migren ağrısı başlıyor. İşte bu aşının en önemli özelliği, inflamasyondaki CGRP maddesinin ortaya çıkmasını önlüyor. Hem atak başladığında kullanılabilmesi hem de düzenli şekilde kullanıldığında CGRP’nin ortaya çıkmasını engellediği için tedavi edici özelliği var.”

    HER AY DÜZENLİ YAPILMASI GEREKİYOR

    Migren aşısı olarak lanse edilen bu tedavinin aslında bildiğimiz anlamda bir aşı olmadığına da vurgu yapan Prof. Dr. Uludüz, “Hastanın küçücük bir iğne ile koluna ya da göbeğine, kendi kendine uygulayabildiği, ama her ay düzenli olarak yapılması gereken, baş ağrısında koruyuculuk sağlayan bir tedavi bu. Uygulama şekli aşıya benzediği için öyle adlandırıldı ama mantığı aşıdaki gibi değil” dedi.

    Migrenin toplumun yüzde 16’sını etkileyen ve ciddi oranda iş gücü kaybına neden olan bir hastalık olduğuna işaret eden Prof. Dr. Uludüz, bir hastanın ayda bir kez bile ağrı atağı geçirmesinin, tüm yıl için 15 gününü acilde ya da evde yatarak geçirmesi anlamına geldiğini belirterek şu uyarılarda bulundu: “Bir süre sonra depresyon, anksiyete ve sosyal hayattan çekilme başlıyor. Türkiye’de yapılmış çalışmalar, her 10 kişiden yaklaşık 2’sinin şiddetli migrenden etkilendiğini gösteriyor. Kronik migren dediğimiz, ayda 15’i geçen ağrı atağı olan hastalarda artık iş çığırından çıkıyor. İlaç tedavilerine de yanıt alamıyoruz. İşte bunlar için en uygun tedavi bu yeni aşı. Bu tedaviyi her baş ağrısı ya da migren hastasında kullanmak doğru değil. Hasta seçiminin çok ehil ellerde ve doğru bir şekilde yapılması gerekli. Öte yandan, bu aşı mucize mi? Tabii ki hayır. Bu tedaviyle hastada geçici bir iyilik hali elde edersiniz ancak aynı zamanda hastanın mutlaka migreni tetikleyen çevresel faktörlerden uzaklaşıp yaşam stilini de değiştirmesi gerekir. İşte o zaman aşıdan uzun süreli bir etkinlik elde edilebilir.”

    KALBİNDE DELİK OLDUĞU ORTAYA ÇIKTI

    Migren hastalarının yüzde 10’unda auralı migren görüldüğünü kaydeden Prof. Dr. Derya Uludüz, “Ağrıdan hemen önce gözde bulanıklık, ışık çakması, kolda uyuşma gibi birtakım yakınmalar olur bu hastalarda. Ama auralı migren hastalarında maalesef atlanan bir konu var. Bu hastaların yüzde 45 -50’sinde kalpte delik vardır. Bu da ileride felç için ekstra bir risk oluşturur. Migren aşısı çalışmalarına dahil ettiğimiz Sevda Oral da bize yaklaşık 4 yıl önce auralı migren yakınması ile geldi. Hemen kardiyoloji ile konsülte ettik ve kalbinde delik olduğu ortaya çıktı. Ardından kalbinden ameliyat geçirdi. Aura dediğimiz inme riski oluşturabilecek ön belirteçleri ortadan kaldırdık. Ama ağrıları devam ediyordu. Biz de tam o sırada başlayan aşı çalışmalarına dahil etmeyi teklif ettik ve tedavi henüz Türkiye’ye gelmeden bu aşıdan yararlanmış oldu” şeklinde konuştu.

    ‘AĞRILARIM 15-20 GÜN SÜRÜYORDU’

    Aşı çalışmalarına dahil edilen hastalardan ev hanımı Sevda Oral (43) ise şunları söyledi: “Ortaokul çağlarından beri şiddetli baş ağrısı çekiyordum. Baş ağrım başladığında 2-3 gün kendimde olmuyordum. Başıma başörtüler sarıyordum. Hayattan kopuyordum. 2-3 tane ilaç almama rağmen fayda etmiyor. Daha önce de birçok doktora gittim. Tedavilerden hiçbir yanıt alamadım. Tiroidim de olduğu için ya ona bağladılar ya da psikolojik dediler. Ağrılarım çok sıklaştı. Neredeyse 15-20 gün sürüyordu. Hayattan kopmuştum artık. Çocuklarımla dahi ilgilenemiyordum. Cerrahpaşa’ya geldim. Önce kalbimde delik olduğu ortaya çıktı. Ardından aşı çalışmasına dahil olmak istediğimi söyledim ve neredeyse bir yıl boyunca her ay düzenli olarak aşıyı kullandım. Ne auram oldu ne baş ağrım oldu. Hayatım çok değişti. Tedaviden sonra sosyalleştim. Doktorum egzersiz çalışmaları da verdi. Yaşam tarzımı değiştirdim. Spora başladım, kendime daha iyi bakmaya başladım” diye konuştu.

  • “Erkeklerin Mesane Kanseri Olma Riski Kadınlardan 3 Kat Daha Fazla”

    Üroloji Uzmanı Doç. Dr. Hasbey Hakan Koyuncu, mesane kanserinde cerrahi işlemler ve tedavi sürecinden bahsetti, mesane kanseri riskini artıran faktörlere dikkat çekti. Mesane iç yüzü düzgün bir mukoza ile kaplı, ince bir adale tabakasından oluşan balon gibi içi boş bir organ olduğunu söyleyen Doç. Dr. Hasbey Hakan Koyuncu, “Karnın alt kısmında pubik kemiğin hemen arkasında yer alır. Mesane kanseri genellikle 50-70 yaş arasında görülür ve erkeklerde kadınlardan 3 misli daha fazladır.” dedi.

    “En önemli risk sigara”
    Mesanenin fonksiyonu idrar depolamak olarak açıklayan Doç. Dr. Koyuncu, “Böbrekler kandaki atılması gereken maddeleri ve suyu atmak üzere normalde günde 1,5-2 lt ye yakın idrar oluştururlar. Oluşan idrar böbreklerden mesaneye üreter denilen iki dar tüp ile taşınırlar. Mesane doldukça gerilir ve normalde yaklaşık 500 cc idrar depolar. Mesane kanseri tedavisiz kaldığında hayat kalitesini ciddi oranda bozabilen bir kanserdir. Mesane kanseri için en önemli risk faktörü sigara kullanımıdır.” ifadelerini kullandı.

    “İdrarda kanamanız varsa dikkat”
    Doç. Dr. Hasbey Hakan Koyuncu, “Hastaların yüzde 85’inde ilk belirti idrarda kanama varlığıdır. İdrarda kanama her zaman bu şekilde olmamakla birlikte, tipik olarak aralıklarla olan, pıhtılı ve ağrısız kanama şeklindedir. İdrar kanama ciddiye alınmalıdır ve aksi ispat edilene kadar kanser kabul edilmelidir. Bu amaçla gereken tüm radyolojik ve laboratuar tetkikleri yapılmalıdır. Mesane kanseri saptanan hastalar kalıcı tedavi protokolü oluşturmak için bilgisayarlı tomografi ve/veya manyetik rezonans görüntüleme ile değerlendirilecektir.” dedi.

    Mesane kanserinde ilk tedavi cerrahi
    Mesanede kitlesi olan hastalarda ilk basamak tedavi kapalı kameralı sistemle mesaneye girilerek tümörlü tüm dokunun cerrahi tekniğe uygun olarak kazınması işlemi olduğunu kaydeden Doç. Dr. Hasbey Hakan Koyuncu, patoloji sonucuna göre ek tedavi protokolü ya da takip oluşturulacağını söyledi.

    Doç. Dr. Koyuncu, mesane kanserinin iki ana tipten oluştuğunu bildirerek şöyle açıkladı:
    “Mesane kas tabakasını tutmamış mesane kanserinde TUR-TM (kapalı kameralı sistem ile tümör kazıma) ameliyatı ve gerekirse idrar kesesine ilaç tedavileri yapılmaktadır. İlaveten, bu grup mesane kanserli hastalar düzenli aralıklarla sistoskopik (kameralı kapalı sistem) kontrol altında tutulmalıdırlar.
    Mesane kas tabakasını tutmuş mesane kanserlerinde Sistektomi+Üriner Diversiyon denilen mesanenin alınması ve bağırsaktan yapay mesane yapılması ameliyatı önerilmektedir.”
    Doç. Dr. Hasbey Hakan Koyuncu, başka organlara yayılmış mesane kanserli hastalarda kemoterapi kullanılabildiğini de açıkladı.

  • 10 Adımda Diş Çürüklerinden Kurtulun

    Estetik Diş Hekimi Dr. Efe Kaya, çürüksüz dişler için dikkat edilmesi gerekenleri şöyle sıraladı:

    1. Dişlerinizi Sabah Kahvaltıdan Sonra Fırçalayın:

    Çoğu insan ağızlarında koku hissettikleri için dişlerini sabah kalkar kalkmaz fırçalar. Sabah uyandığımızda oluşan koku geceleyin yavaşlayan tükürük akış hızı kaynaklıdır. Yavaşlayan tükürük akış hızı sebebiyle bakteriler geçici olarak faaliyete geçer ve kokuya sebep olur. Uyandıktan belli bir süre sonra bu durum normale dönecektir. Doğru fırçalama sabah kahvaltıdan sonra dişler etrafındaki besin artıklarının temizlenmesi ile olacaktır.

    2. Ara Öğünlerde Yapışkan Gıdalardan Kaçının:

    Şeker çürük oluşum mekanizmasının temel kaynağıdır Dişler etrafında temizlenemeyen şeker artıkları dişlerin hızlıca çürümesine sebep olur.

    3. Akşam Dişlerinizi Fırçaladıktan Sonra Yemek Yemeyin:

    Uyku öncesi ve uykudan uyanıp yenen besinler çürük oluşum hızını 3 kat artırır. Sebebi uyku halinde çürük bakterilerinin normalden daha aktif olmasıdır. Uyku öncesi dişler fırçalanmalı, dişler etrafında plak kalmamalıdır.

    4. Diş İpi Kullanın:

    Fırçanın ulaşamadığı, dişlerin ara yüz bölgeleri diş çürüklerinin en çok görüldüğü bölgelerdir. Dişler fırçalandıktan sonra kesinlikle diş ipi kullanılmalıdır.

    5. Alkolsuz Ağız Çalkalama Suları Kullanın:

    Günde bir kez kullanılan ağız çalkalama suları çürük bakterilerinin faaliyetlerini yavaşlatacağından kullanımı son derece önemlidir.

    6. Diş Fırçanızı 3-4 Ayda Bir Değiştirin:

    Deforme olan diş fırçaları doğru temizleme yapamayacağından kesinlikle değiştirilmelidir.

    7. Diş Fırçalama Eğitimi Alın:

    Unutulmamalıdır ki ancak doğru bir fırçalama yöntemi uygulandığında uygun bir temizleme sağlanır. Sürekli fırçalama yapılmasına rağmen durdurulamayan diş çürüklerinin sebebi yanlış fırçalamadır. Fırçalama eğitimi için hekiminize danışın.

    8. Diş Fırçası Su İle Islatılmadan Kullanılmalıdır:

    Fırça su ile ıslatıldığında diş macunu içerisindeki flor oranı düşecektir. Flor diş çürüğünü durdurur ve engeller. Diş macunu kuru bir fırça ile diş yüzeyine uygulanmalıdır.

    9. Flor İçeren Diş Macunları Kullanılmalıdır.

    10. 6 Ayda Bir Diş Hekimi Ziyaret Edilmelidir:

    Düzenli kontrol, oluşmak üzere olan çürüklerin erken teşhisi açısından çok önemlidir. Unutulmamalıdır ki çürük erken aşamada geri dönüşümlüdür.”

  • Ciltteki Kuruluk Vücudumuzdaki Hangi Sorunlara İşaret Ediyor?

    Dr. Sevgi Ekiyor, “H 100 Serumu, derimizin zaman içerisinde maruz kaldığı yaşlanma belirtilerine (elastikiyet kaybı, nem kaybı, daha cansız gözükmesi ve sarkmalar) karşı Avrupa’nın bir çok ülkesinde uzun yıllardır doktorlar tarafından hastalarına anti-aging amaçlı kullanılan, yoğun miktarda Hyalüronik Asit, vitamin, mineral, amino-asit ve yardımcı ek içerikler barındıran profesyonel kullanım ürünüdür. Yüz, boyun, gıdı, dekolte ve el üzeri bölgelerinde, elastikiyet kaybından, kırışıklıklardan, aşırı kuruluk, nem kaybından ve yaşlanma belirtilerinden şikayetçi olanlarda, daha canlı, daha genç ve aydınlık bir görünüm için tercih ettiğim bir ürün. 20 yaşından itibaren uygun gördüğüm her yaştaki hastama uygulayabiliyorum. Cilt ihtiyacına göre uygulama sıklığı ve süresi, kişiden kişiye değişiklik göstermektedir. Genç ve cildi daha kaliteli hastalarımda iki hafta arayla iki seans, genç veya ortayaşlı hastalarımda 3-4 seans iki hafta arayla , çok yıpranış cildi olan hastalarımda yaş fark etmeksizin 10 günde 4-6 seans yapmaktayım. Ve sonrasında ihtiyaca göre 6-8 ay sonra tek seans halinde devamlılık göstermelerini öneriyorum” dedi.

    İşlemin uygulama yapılacak bölgeye anestezik krem sürülüp yüzde 15-20 dakika bekletildikten sonra, küçük iğne uçlarıyla ciltte papül denilen minik kabarcıklar yaparak gerekli bölgelere uygulandığını ifade eden Dr. Ekiyor, “2-4 saatte kızarıklı ve bu kabarcıklar geriler, hastama 24 saat sıcak duş almamasını, 24 saat alkol tüketmemesini, bol su tüketmesini, yüzüne işlem sonrası biz kremledikten sonra başka bir şey sürmemesini ve sıcak ortamda ısıtıcıların altında bulunmamasını tembihliyorum. Tabi tedavi amacımız açısından da işlemler bitene kadar ve bittikten iki hafta sonra da dikkatli olunacak şekilde hamam, sauna,buharlı cilt bakımı gibi çok sıcak ortamlardan kaçınmanızı öneriyorum. Hastamın ihtiyacına göre bu tarz yaptığım gençlik aşısı uygulamaları sürecinde ağızdan tüketecekleri kollajen, hyaluronik asit preparatlarından da takviye veriyorum ki, içerden de verimliliğin daha iyi olması için eksikler giderilmiş olması açısından. Mezoterapik ilaçlar içerisine dahil ettiğimiz H100 ün kokteyl olarak içeriği ve bu maddelerin nelere iyi geldiğini özetleyecek olursak: 100 mg Hyaluronic Asit / 5ml – Deride su tutarak dokuların tamir edilmesine ve elastikiyetin artmasına yardımcı olur. Derideki nemi artırır. Mannitol yüzde 5 – Bilinen en güçlü anti-oksidanlardandır ve ödem çözücü etkisi vardır. Hyaluronic asidin dokudaki ömrünü uzatır. Pro Collagen Peptide – Kollajen büyüme faktörüdür. Kırışıklıkların açılmasına, derinin doğal yolla doldurulmasına ve sıkılaşmasına yardımcı olur. Hexapeptide-8 – Büyüme faktörüdür. Yüz mimik çizgilerinin ve kırışıklıkların açılmasına yardımcı olur. Pentapeptide-18 – Kas kasılmasını rahatlatarak kırışıklıkların açılmasına yardımcı olur. Dmae yüzde 3.5 – Deri altındaki kas dokusunu destekleyerek sıkılaşmaya ve sarkmaların azalmasına yardımcı olur. Anti – oksidan etkisi vardır. Organic Silica – Kollajen ve elastik fibrillerin artışını sağlayarak deri tonusunun düzelmesine yardımcı olur. 2 Vitamin (B1 – B6) – Anti-oksidan etkilidirler. Yaşlanma sürecinin gecikmesinde yardımcı olurlar. 7 Amino Asit – Deride hücre yenilenmesini artırır. Amino Asit bilgileri; L-Methionine : L-Methionine protein dokusunun yapıtaşıdır. Cildin genç kalması ve sağlıklı olması için kullanılır. L-Arginine : Kollajen üretimini arttırır. Glycine : Hasar görmüş dokuların iyileşmesini hızlandırır. İmmün sistemi destekler. İnsan büyüme hormonunu (hgh) artırır. Lipo aminoacid (INCI: undecylenoyl phenylalanine) : Kimyasal olarak fenilalanin ve undesilenik asidin sentezlenmesinden oluşan bir birleşimdir. Cilt pigmentasyonunda hızlı bir aydınlatma etkisine sahiptir. Leucine : Kas ve cilt dokusundaki degradasyonu yavaşlatmada birincil öneme sahip bir amino asittir. Tyrosine : Cilde rengini veren melanini üretir. Askorbik asitle birleştiğinde kollajen üreten fibroblastları uyardığı düşünülmektedir. Alanine : Proteinlerin yapıtaşı olan amino asilerden biridir. Ciltte pürüzsüz bir görünüm elde edilmesini sağlar. Temel etkilerini genel olarak özetleyecek olursam; cildin antiagingi, rejenerasyonu, oksijelenmesi, nemlenmesi ve böylece kırışıklık, leke, sarkıklık, kuruluk açısından kalıcılığı biraz daha fazla olan dört dörtlük tedavi ürünlerinden biriyle sizleri tanıştırmak istedim, gülümseyelim, gülümsetelim sloganımla” açıklamalarında bulundu.

  • Kimler Estetik Burun Ameliyatı Yaptırmamalı?

    Günümüzde sosyal medyanın da etkisiyle estetik operasyonların sayısı hızla artıyor.

    Bunlar arasında şüphesiz sayıca en başta gelen estetik operasyonları ise burunla ilgili olanlar oluşturuyor. Ancak ameliyat kararı almadan önce bir takım kriterlerin göz ardı edilmemesi büyük önem taşıyor.

    Doç. Dr. Umut Tuncel, burun estetiği konusunda bilgilendirmelerde bulundu. Rinoplasti (burun estetiği) operasyonlarının uzun süredir açık ve kapalı olmak üzere iki yöntemle yapıldığını vurgulayan Tuncel, son 5 yıldır uygulanan ‘kapalı ve koruyucu’ (preservasyon rinoplasti) yönteminin ise hasta yararına önemli avantajlar getirdiğine işaret etti.

    Kapalı koruyucu burun estetiğinin, kapalı yöntemdeki gibi burun derisinde dışarıda görünür bir iz bırakmadan yapıldığının altını çizen Doç. Dr. Umut Tuncel, “Geleneksel yöntemlerde ister açık ister kapalı teknik kullanılsın, değiştirilmesi planlanan kemik ve kıkırdak yapıya ulaşıldıktan sonra her iki yöntemde de aynı işlemler yapılır. Örneğin, ameliyat edilecek burunda bir kemer varsa hem kapalı hem de açık operasyonlarda kesilerek çıkartılır. Ardından burnun açık kalan çatısını kapatabilmek için burun kemikleri, tabanda tutunduğu yüz kemiğinden ayrılır. Ya da açık kalan çatı bazı kıkırdak veya kemik ilaveleri konarak kapatılır. Açık veya kapalı yaklaşımla yapılan geleneksel yöntemde bu işlemin ardından hem burun sırtına atel hem de iç kısma birer tampon koymak neredeyse mecburidir. Aksi halde iyileşme süresince bazı komplikasyonların ortaya çıkma olasılığı artar. Halbuki kapalı koruyucu yöntemde burun sırtı korunmakta, kesilip çıkartma yapılmadan kendi üzerinde bir takım değişikliklerle burundaki sorunlar çözülmeye çalışılmaktadır” şeklinde konuştu.

    Her vakanın kapalı koruyucu yöntem için uygun olmayabileceğine dikkat çeken Doç. Dr. Umut Tuncel, “Çok yüksek kemerli, aşırı kalın ve yağlı derili, daha önceden operasyonlar geçirmiş, ayrıca iç yapısında ileri derecede deformasyonları olan burunlar açık ya da kapalı ancak geleneksel rinoplasti yöntemine adaydırlar. Öte yandan bunların bir kısmı herhangi bir rinoplasti işlemine estetik amaçlı olarak da aday değildirler. Herhangi bir estetik cerrahi girişime aday olmayan bir grup insan da takıntılı obsesif, memnuniyetsiz kişiler olarak değerlendirilebilir. Bu tarz kişilerde altta yatan psikolojik veya psikiyatrik bir sorunun olup olmadığı mutlaka irdelenmelidir” diye konuştu.

    Rinoplasti operasyonu öncesinde her üç tekniğe de hakim yeterli tecrübe ve bilgi birikimine sahip plastik rekonstrüktif ve estetik cerrahi uzmanlarından biri ile görüşmenin çok önemli olduğunu vurgulayan Umut Tuncel, yönteme göre vaka değil, vakaya göre yöntemin belirlenmesi gerektiğini belirtti.

    Yapılacak ön görüşmede burun ameliyatını yapacak hekimin hastanın sadece burnunun görünüşü, dış anatomik yapısı ve iç kısmındaki eğrilik ve anormalliklere değil, ayrıca yüzünün bütününe kulak, çene, kaş dudak ve yanak gibi dokulara da odaklanması gerektiğinin altını çizen Tuncel, “Hekim, hastanın yüzündeki yapıların birbirleri ile olan ilişkilerine, kendi iç dinamiklerine de dikkat etmeli, ölçüm ve değerlendirmeler yapmalıdır. Deri yapısının katkısı dahi oldukça önemlidir. Örneğin, kalın ve yağlı deri olanca gayreti ile yapılacak işlemin sonucunu gizler ve bazı komplikasyonlara eğilimi artırır. Buna karşın, ince deri küçük arızi durumları dahi gösterir ve aslında bu da bir olumsuz durumdur” şeklinde uyarılarda bulundu.
    Doç. Dr. Tuncel, rinoplasti operasyonlarında uygun hastalar için kapalı ve koruyucu yöntemin getirdiği diğer avantajlar hakkında şu bilgileri verdi: “Bu tarz bir ameliyat sonrasında iyileşme süreniz elbette ki daha kısa sürede olacaktır. Ancak bu sadece tekniğe değil, ameliyat edilen vakaya özgü bazı durumlarla ilişkilidir. Ödemin ve morarmanın daha az olması, olsa dahi daha kısa sürede çekilmesi, burun sırtının yani burun sırtını oluşturan kemik ve kıkırdak yapıların çıkarılmaması, kendi üzerinde değiştiriliyor olması bu yöntemin başlıca avantajlarıdır. Çünkü burun sırtının korunması buraya tutunan kas, bağ dokusu, damar ve sinir yapılarının korunmasını sağlayarak ileriye dönük komplikasyonların oluşmasını engelleyerek yeniden işlem yapılması riskini azaltır. Rinoplasti operasyonu sonrasında tüm dünyada ortalama yüzde 8-15 arasında değişen komplikasyon oranları mevcuttur. Genellikle bunlar kolayca düzeltilebilir sorunlardır. Ancak nadiren birden fazla girişimi de gerektirebilir. Bu konuda tecrübeli bir hekim burnunuzu ve yüzünüzü muayene ettikten sonra sizi mutlaka aydınlatacaktır.”

  • “Parkinson Tedavisi Kişiye Özeldir”

    Parkinson hastalığının beyinde dopamin eksikliği ile karakterize, 65 yaş ve üzerinde yüzde 2 sıklıkta, gençlerde ise çok daha nadir olarak görülen ilerleyici nörolojik hastalık olduğunu ifade eden Nöroloji Uzmanı Doç. Dr. Sevda Erer Özbek, hastalığın temel belirtileri hareketlerde yavaşlık, tek taralı el titremesi, kaslarda sertlik, duruş ve denge bozukluğu olduğunu söyledi.

    Özbek, “Bu bulguların yanı sıra koku duyusunun azalması, kabızlık, uzuv ve eklemlerde ağrı, ruhsal çöküntü hali, uyku bozuklukları, aşırı terleme gibi hareket dışı belirtiler de gelişebilir. Parkinson hastalığında beyin kabuğu altındaki derin yerleşimli yapılarda iki yanlı olarak yer alan çekirdeklerde; sinirler arası iletiyi sağlayan ve dopamin adı verilen maddeyi üreten sinir hücreleri hasara uğrayarak yıllar içinde sayıları giderek azalır. Bu hücreler yüzde 80 oranında azaldığında hastalığın hareketleri kısıtlayıcı belirtileri ortaya çıkar. Günümüzde söz konusu hücrelerde hasara yol açan sebepler kesin olarak bilinmemekle birlikte, Parkinson hastalığının, genetik yatkınlık ve çevreden gelen olası etkiler sonucu ortaya çıktığı ve birden çok sebebe bağlı olabileceği üzerinde durulmaktadır. Burada vurgulanması gereken, beyinde hücre kaybı süreci sonucunda gelişen nörodejeneratif hastalıklar arasında ilaç ve cerrahi tedavilere iyi yanıt veren tek hastalığın parkinson hastalığı olduğudur” dedi.

    Parkinson hastalığı teşhisinin klinik muayene verilerine bakılarak yapıldığını belirten Özbek, “Tedaviye alınan olumlu yanıt teşhisi doğrulayıcı kanıt oluşturur. Parkinson hastalığı teşhisini kesinleştirmek üzere herhangi bir beyin görüntülemesi veya özel bir kan tahlili yapılması zorunlu değildir. Söz konusu incelemelere hastalığın ayırıcı teşhisi giren diğer parkinsonizm sebepleri dışlamak amacıyla başvurulur. Parkinson hastalığının ilk belirtileri, hastaların yaklaşık yüzde 60’ında dinlenme halinde ortaya çıkan el parmaklarında, el ya da kolda, bazen de ayakta titreme, yüzde 30 kadarında ise hareketlerde yavaşlama ve uzuv hareketlerinde tutukluk olabilmektedir. Hastalık genellikle sinsi başlar ve belirtileri yıllar içinde, son derece yavaş ama giderek artan biçimde ilerler, öyle ki hastalar çoğu zaman hastalığın başlangıç tarihini kesin olarak belirtemeyebilir. Özellikle genç yaştaki hastalarda ilk belirti distoni olarak adlandırılan, istem dışı bir ayağın içe doğru dönük halde kasılması ya da ayak parmaklarının aşağı doğru kıvrılmasıdır. Hastaların hemen tümünde belirtiler tek bir beden yarısında ortaya çıkar ve zamanla daha hafif olmak üzere karşı beden yarısında kendini gösterir” diye konuştu.

    Parkinson hastalığının uzun süreli, yavaş ilerleyici bir hastalık olması sebebiyle tedavisinde hastanın ve ailesinin hekimle uzun yıllar işbirliği yapması gerektiğini ifade eden Özbek, “Beraberce gösterilecek çaba, hem hastanın kendisini rahatsız eden belirtilerin tatmin edici bir şekilde kontrolünü, hem de hastanın daha iyi bir yaşam düzeyine kavuşmasını sağlayacaktır. En iyi yol, bir nöroloji uzmanı tarafından hasta sorumluluğunun üstlenilerek ve gerektiğinde bir fizik tedavi doktoru ile işbirliği yapılarak, düzenli kontrol muayeneleriyle tedavinin sürdürülmesidir. Hastanın daha iyi tedavi arama amacıyla birçok farklı hekime başvurması zaman kaybına yol açabilir. Parkinson hastalığındaki belirtilerden sorumlu olan dopamin hücrelerinin hasarını tamamen onaracak kesin bir tedavi henüz bulunamamış olmakla birlikte, hastalık belirtileri ilaçlarla önemli ölçüde azaltılabilmektedir. Mevcut ilaçlar beyinde eksilmiş olan dopamini yerine koyar veya onun etkisini taklit eder. İlaçların ömür boyu, düzenli olarak alınması gerekmektedir. Eğer ilaçlar hekimin tavsiyesi dışında kesilecek olursa, hastalık belirtileri er geç tekrar başlayacağı gibi, ilaçların ani kesilmesi bazen hayatı tehdit eden durumlara da yol açabilir. Parkinson tedavisi tamamen kişiye özeldir” şeklinde konuştu.

    Parkinson hastalığının belirtilerini gidermede, yararlı etkisi olduğu bilinen özel bir beslenme şekli veya belli bir gıda olmadığına dikkat çeken Özbek, “Parkinson hastalarının mümkün olduğu kadar çeşitli gıdalarla karışık ve dengeli biçimde beslenmeleri önerilir. Günlük besinler, bünyeye uygun miktarda sebze, bakliyat, meyve, yeterli protein, karbonhidrat ve az miktarda sıvı yağ ve az tuz içermelidir. Hastalar aynı zamanda düzenli aralıklarla beslenmeli, düzenli beden hareketleri yapmaya yetecek kadar kalori almalı ve aşırı yemekten kaçınmalıdır. Bununla birlikte hastalığın tedavisinde kullanılan bazı ilaçların protein içerikli gıdalarla birlikte alımı, ilaç etkinliğini azaltabileceğinden, gerekli beslenme düzeni hekimi tarafından oluşturulmalıdır. Cerrahi girişim uygulanacak hastanın nispeten erken yaşlarda olması, hastalık teşhisi konduktan 5. yılını doldurmuş olması, beyin manyetik rezonans (MR) görüntüleme incelemelerinin normal bulunması, unutkanlığın yada yıllarca antipsikotik ilaçlar kullanmayı gerektiren psikiyatrik hastalıkların olmaması gerekmektedir” dedi.

  • Dünyada Her 6 Saniyede 1 Kişi Tütün Tüketiminde Hayatını Kaybediyor

    Göğüs Hastalıkları Uzman Dr. Başak Burgazlıoğlu, sigaranın 50 kronik, 20 ölümcül hastalığa yol açtığını belirterek, bırakma yöntemleri hakkında da bilgi verdi.

    Burgazlıoğlu, “Dünyada 1,3 milyar kişi sigara içmektedir. İçenlerin yüzde 80’i de gelişmekte olan ülkelerde yaşamaktadır. Dünyada 5,4 milyon insan, yani her 6 saniyede bir kişi tütün tüketiminden kaynaklı sebeplerden dolayı hayatını kaybetmektedir. Tüketim böyle devam ederse 2030 yılında bu sayının 10 milyona yakın kişi olması beklenmektedir. Dünyada ve ülkemizde en sık kullanılan tütün ürünü sigaradır. Sigara dumanı içinde katran, karbonmonoksit (CO) gibi çeşitli gazlar, uçucu maddeler ve nikotin gibi toksik ve karsinojenik özellikte 5 binden fazla kimyasal bileşen bulunmaktadır. Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı (IARC) sigarayı 1. derece kanser yapıcı madde olarak kabul etmiştir” dedi.

    Türkiye’nin tütünle mücadelede ön sıralarda yer aldığını, sigarayı bırakmanın mümkün olduğunun ve bu süreçte asla karamsarlığa düşülmemesi gerektiğine değinen Burgazlıoğlu, şu tavsiyelerde bulundu:

    “Öncelikle sigarayı bırakmayı gerçekten istemek gerekiyor. Bırakmak için mutlaka bir gün belirlenmeli. Sigarayı bırakmayı isteme nedenlerini bir kağıda yazılmalı ve görülebilecek yere asılmalı. Ceplerde ve çantalarda sigara ve çakmak taşımamak gerekiyor. Sigarayı çağrıştıracak ortamlar yeniden düzenlenmeli. Şiddetli sigara içme isteği geldiği zaman biraz dolaşılmalı.”