Kategori: Sağlık

  • Karnabaharın Faydaları Say Say Bitmiyor

    Diyetisyen Dilara Demirkan Erkek, “Turpgillerden olan karnabahar içeriğindeki birçok vitamin, mineraller, karotenoidler, lif, çözünür posalar ve fenolik bileşiklerin iyi tedarikçileri olduğundan doğal antioksidan kaynağı bir sebzedir. Beslenme alışkanlıklarının değişmesine bağlı artan kolon ve mide kanserine karşı koruyucu rol üstlendiği saptanan bu sebze, sülforafan içeriği sayesinde birçok kanser türüne karşı da koruyucudur” dedi.

    Erkek, Karnabaharın Diğer Faydaları Hakkında Şu Bilgileri Verdi:

    “Karnabahar vücuttaki kolesterol düzeyini dengede tutar. Ülser ve gastrit gibi mide sorunlarına, mide yanması ve ekşimesi gibi durumlarına karşı yarar sağlar. Yüksek lif içeriği sayesinde, bağırsakların düzenli çalışmasını sağlar ve sindirim sistemini düzenler. Aynı zamanda uzun süreli tokluk sağlar ve mide boşalmasını geciktirdiği için kan şekerinde oluşacak ani değişiklikleri önler. Lif içeriği özellikle bel çevresinde oluşan yağlara karşı etki gösterir. Karnabahar içerdiği B grubu vitaminler sayesinde sinir sistemini onarıcı ve düzenleyici etki gösterir. Potasyumdan zengin olan bu sebze tansiyonu dengeleyerek kan basıncını düzenler. Pişirme yöntemleri sebzelerin vitamin, mineral içeriklerini etkilemektedir. Yanlış pişirme yöntemi uygulandığında sebzelerde vitamin kayıpları oluşmaktadır. Bu nedenle de karnabaharın zeytinyağlı yemeği, salatası ya da haşlama yöntemleri tercih edilmelidir. Karnabahar kesinlikle kızartılarak yenilmemelidir.”

  • Her Hareketli Çocuk ‘Hiperaktif’ Denebilir Mi?

    Uzman Klinik Psikolog Müjde Yahşi, “Birçok aile çocuğunun ödev yaparken çabuk sıkıldığından, dikkatini dersine verememesinden, aşırı hareketliliğinden ya da okulda öğretmenlerinin bu yöndeki şikayetlerinden dolayı çocuğuyla çatışma yaşayabiliyor. Ailelerin ve öğretmenlerin de böyle durumlarda akıllarına ilk olarak, çocukta dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu mu var sorusunu düşürüyor. DEHB genetik kökenli ve nörobiyolojik hastalık olarak tanımlanır. 3 farklı belirti grubu taşır. Dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüselliğin bir arada, farklı şiddetlerde ya da bazen de tek başına görüldüğü bozukluktur. Bu bozukluk, yalnızca çocuklarda değil, ergenlerde hatta yetişkinlerde de görülebilir. Bu tanın konulabilmesi için; belirtilerin 12 yaşından önce var olması ve en az iki ortamda (ev, iş, okul, vb.) görülmesi, sosyal, mesleki ya da akademik hayat kalitesinin bozulması ve başka ruhsal bozukluğa bağlı olmaması, en az 6 ay süredir var olması gerekir. Bu çocuklar sınıf ortamında, dikkat toplamada, anlatılanları dinlemede ve kurallara uymada zorlanırlar, düzensiz ve dağınıktırlar, bir görevi yerine getirirken unutkanlık sık görülür, dürtüsel davranışlar gösterirler, aşırı konuşurlar, sıralarını bekleme sabırları yoktur. Sürekli eşyalarını kaybederler. Ayrıca eş zamanlı çalışırken başarısızdırlar. Elleri ayakları kıpır kıpırdır, oturmaları gereken yerlerde bile sürekli ayaktadırlar ve sınıfta amaçsızca koşuşturup dururlar. Bir işi sonuna kadar tamamlayamazlar. Sürekli olarak diğer insanların sözünü keser, kendilerine bir soru sorulduğun da, soru tamamlanmadan cevabını verirler” dedi.

     

    Normal hareketli ile aşırı hareketli çocukların ayırt edici özelliklerinin olduğunu ifade eden Yahşi, “Normal hareketli çocuğun davranışları uyumlu, sürekli ve amaca yöneliktir. Sınırlayıcı bir ortam varsa ve dikkatini yoğunlaştırması gerekiyorsa çocuğun hareketliliği azalırken stres yaşadığında hareketliliği artar. Aşırı hareketli çocuğun davranışları keyfi ve amaçsızdır. Sınırlayıcı bir ortam varsa ve dikkatini yoğunlaştırması gerekiyorsa, çocuğun hareketliliği artar. Aşırı hareketli çocuk heyecan verici ortamlarda sakinleşirken, normal durumlarda hareketliliği artar. DEHB olan çocukların güçsüz tarafları olduğu kadar, güçlü olduğu tarafları da vardır. Bu çocukların meraklı, heyecanlı ve enerji dolu olmaları, diğer insanlarla kolay iletişim kurabilmeleri, adalet ve adaletsizlik konularında oldukça duyarlı olmaları, sempatik olmaları, risk almayı sevmeleri, şakacı ve empati olmaları gibi birçok olumlu özellikleri vardır. DEHB olan çocukların gösterdiği olumsuz davranışlara odaklanmak yerine olumlu davranışlarını pekiştirmeleri ve çocukla oyun oynayarak problemleri çözmeye çalışmaları gerekir. DEHB olan çocukların öğretmenleri ya da ebeveynleri tarafından övgü içeren sözlerden kaçınmaları gerekir. Zira övgü; çocuk üzerinde baskı oluşturabileceğinden ve güçsüz taraflarının gelişmesine engel olabileceğinden çocuğa övücü sözlerle yaklaşılmamalıdır. “Sen bir dâhisin, sen sınıfın en akıllı çocuğusun, gördüğüm en güzel resmi çizdin, bu işin üstesinden ancak sen gelebilirsin” gibi abartılı ve övücü ifadeler yerine “Ödevini yapmak için çaba sarf ediyorsun, dikkatini iyi bir şekilde topladığını düşünüyorum, bu davranışı kutluyorum” gibi takdir içerikli ifadeler kullanılmalıdır” diye konuştu.

    Şiddet içerikli ve çok uyaranlı videoların izlenmesi ve bu tarz oyunların sık oynanması dikkat, dürtüsel kontrol ve planlamadan sorumlu beyin bölgesi frontal loba zarar verdiğini kaydeden Yahşi, “DEHB belirtilerinin şiddetini artırabilir. O nedenle ailelerin TV, tablet, telefon gibi elektronik uyaranlara sınırlandırmalar getirmeleri gerekir. DEHB çocuklar engellendikçe, uyarıldıkça ve cezalandırıldıkça DEHB belirtilerinin şiddeti artar ve davranış kontrolü sağlamaları güçleşir. Ailelerin ve öğretmenlerin problemli davranışı görmezden gelerek dikkatini, ilgisini çeken alana yönlendirmeleri gerekir.

    DEHB olan çocukla inatlaşmak yerine onunla bağ kurmak, oluşabilecek çatışmaların önüne geçerek olumlu iletişim kurulmasını sağlayacaktır. Ailesi ve öğretmenleri tarafından DEHB olan çocuğun olumsuz özelliklerine takılı kalmayıp olumlu özelliklerini fark ederek yeteneği olduğu alanlarının desteklenmesi gerekir. Ailesi ya da öğretmenleri tarafından DEHB olan çocuğa etiketlendirilme yapılması; çocuğun kendini suçlu, yetersiz ve değersiz hissetmesine neden olabilir. Dolayısıyla çocuğun benlik algısı düşebilir ve çocuk zamanla bu durumu içselleştirebilir. O neden etiketlendirmeden uzak durulması gerekir. İnsanoğlu için en önemli olan duygu güven duygusunu öğretmenlerin ve ebeveynlerin DEHB olan çocuğa hissettirmeyi asla ihmal etmemeleri gerekir. Hatalarına ve başarısızlıklarına rağmen ona her daim güvendiklerini ve yanında olduklarını hissettirerek çocuğun iyi hissetmesini sağlamaları gerekir. Her hastalıkta olduğu gibi DEHB olan bir çocuk, öğretmen ya da ebeveyn tarafından ne kadar erken fark edilirse, uzman desteği ile o kadar başarı sağlanabilir. O nedenle öğretmenlerin ve ebeveynlerin iyi bir gözlemci olmaları esastır” açıklamalarında bulundu.

  • Yaşa Uyumlu Davranmak Sağlıklı Yaşam İçin En Önemli Faktör

    Gelişen bilim ve teknolojinin de etkisiyle sağlıklı ve uzun yaşama isteğinin daha da güçlendiğine dikkat çeken Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Mitat Bahçeci, bu hedefe ulaşmanın çok basit formülünü verdi. “Spor, egzersiz yap, düzenli beslen ve uykuya dikkat et” olarak açıkladığı formülün basit; ancak ayrıntılarının önemli olduğunu ifade eden Bahçeci, yaşlanmanın insana verilmiş çok büyük bir armağan olduğunu söyledi.

    “Spor ya da egzersiz yapma konusu çok önemli”

     

    Yaşlandıkça tüm vücut fonksiyonlarının zamanla bir yavaşlama gösterdiğini ve insanların da bundan yakındığını belirten Prof. Dr. Bahçeci şöyle konuştu:
    “Oysa hayatımızdaki bu yavaşlama aynı zamanda bizi tehlikelerden de koruyor. Mesela hareketlerimiz yavaşlıyor ki kolay hoplayıp zıplamayalım ve düşüp bir yerimizi kırmayalım. Ya da çok hızlı koşamıyoruz ki, sertleşmiş damarlarımızdaki damar sertliği plakları (aterom) yırtılıp kalp krizi, felç ya da ani ölüme sebep olmasın. Bu nedenle spor ya da egzersiz yapma konusu çok önemli. İnsan davranışı, yaşam tarzı ve hareket örneği kesinlikle yaşıyla uyumlu ve barışık olmalı. Zamana veya yaşa meydan okuma biçiminde değil tam aksine zamana ve yaşa uyumlu davranmak sağlıklı ve uzun yaşam için gerekli en önemli faktörler. Hemen her gün medyada karşımıza çıkan ‘90 yaşında dağa çıkıyor, 80 yaşında futbol oynuyor, 70 yaşında maraton koşuyor’ haberleri sağlıklı ve uzun bir yaşam süresi sağlayan güzel örnekler mi? Hayır, değil. Tam aksine dikkat edecek olursak bu tür önerileri yapan, hatta daha da iddialı olup bu konuda kitap bile yazan insanlar veya bu tür davranışları uygulayan kişiler çoğunlukla ironik olarak daha erken yaşta hayatını kaybediyorlar; çünkü insan vücudu kişinin yaşına uygun olarak hareket etmeye programlanmış ve kişi 20 yaşındaysa 20 yaşında gibi, otuzunda ise 30, ellisinde 50, 70’indeyse 70, doksanında ise 90 yaşının yapabileceği sporları veya aktiviteleri yapmak gerekiyor. Aksi takdirde 70 yaşındaki bir kişinin 30 yaşındaki bir kişinin yapacağı sporlara zorlanması onun ani ölümüne yol açabilmektedir.”
    Yaşlanan vücudun insana “Sakin ol, rahat ol! Yaşına uygun davran çünkü risk altındasın” mesajı verdiğini söyleyen İzmir Kent Hastanesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Mitat Bahçeci, depar gerektiren sporların (futbol, maraton, hızlı koşma vs..) 50 yaş üstüne önerilmediğini vurgulayarak, sözlerini şöyle sürdürdü:

    “Temiz havada tempolu yürüyüş, yüzme, bisiklet binme, dans etme (düşmeye dikkat) gibi aktiviteler çok daha yararlıdır. Hem sağlık hem de bu sırada salgılanan ‘endorfin’ hormonu nedeniyle mutluluk sağlar. Fiziksel aktivitenin mümkün olduğunca sabah sekizden sonra yapılması gerekir. Özetle sağlıklı ve uzun yaşamak için yaşımıza uygun spor yapmalı, dengeli ve sağlıklı beslenmeli, saflaştırılmış besinlerden uzak durulmalı ve karanlık ortamda yeterli süre uyumalıyız. Ve yaşlanmanın şanssızlık değil bahtiyarlık olduğunu unutmamalıyız.”

  • “Doymuş ve Trans Yağlar Alzaymırı Tetikliyor”

    Nöroloji Kliniğinden Uzm. Dr. Nurşen Borand, nöronların sağlıklı yaşlanabilmesi için yaşam tarzının önemli olduğuna dikkat çekti. Borand, “Doymuş ve trans yağ tüketiminin azaltılması, çeşitli sebze ve meyvelerin, çok renkli salataların tüketiminin arttırılması, B ve D vitamini eksikliklerinin giderilmesi, toksik ve ağır metal alımından kaçınılması beynimizi sağlıklı tutmaya yardımcı olacaktır” dedi.
    Alzaymır hastalığının halk arasında bunama olarak tabir edilen demans hastalığı yelpazesi içinde en sık görülen hastalık olduğunu belirten Borand, “Türkiye Alzaymır Prevalans Çalışması sonuçlarına göre, toplam bunama prevalans oranları, 80 yaş üstü erkeklerde yüzde 20, kadınlarda ise yüzde 25 olarak saptanmıştır” şeklinde konuştu.

    Normal yaşlanma süresince beyinde yapısal değişikliklerin olduğunu; ancak bilinçsel yetilerde belirgin bir kayıp olmadığını söyleyen Borand, “Alzaymır hastalarında kayıp sıklıkla bellek alanında kendini gösterir. Eşyalarını kaybetme, koyduğu yeri unutma, konuştuğunu sık tekrarlamalar, ocağın altını açık unutma, alışverişte eşyaların veya para üstünün unutulması gibi sorunlarla karşılaşılır. Günlük aktivitelerde bozulma, önceden kazandığı becerilerin kaybı görülür. Davranışsal bozulma sıklıkla eşlik eder. İlerleyen dönemlerde düşünce bozukluğu da eklenebilir” dedi.
    Alzaymırın bilinen kesin bir tedavisi olmadığının altını çizen Medical Park İzmir Hastanesi Nöroloji Kliniğinden Uzm. Dr. Nurşen Borand, sözlerine şu şekilde devam etti:
    “Ağızdan ve bant şeklinde ilaç uygulamaları şeklinde semptomatik tedavi yaklaşımları vardır. Bu tedaviler hastalığın gidişine veya eşlik eden hastalıklarına göre seçilir. Hafif egzersizler, kültürel faaliyetler, yap-boz tarzı oyunlar tedavi sürecine katkı sağlıyor. Bu tip yardımcı yöntemler kendine güven duygusunu geliştirir. Hastanın uyumunu sağlar ve hayatın içinde kalmasına yardımcı olur. Bakıcı yükünü azaltır.”

  • Tırnak Yeme Alışkanlığı Diş Etine de Zarar Veriyor

    Medipol Mega Üniversite Hastanesi Periodontoloji Bölümü Doktor Öğretim Üyesi Meltem Çakır, genellikle geç fark edilen diş eti çekilmesine ilişkin çok önemli açıklamalarda bulundu. Dr. Çakır, diş etinin kan damarları açısından zengin olduğuna dikkati çekerek, “Diş köklerini korur, çene kemiğinin üzerini örter. Diş eti çekilmesi günümüzde yaygın bir problem. Her yaşta bireyde gözlenebilir. Zaman içerisinde çok yavaş bir şekilde ilerlediğinden genellikle çoğu kişi tarafından geç fark edilir” ifadelerini kullandı.
    Diş eti çekilmesinin ilk belirtisinin genellikle diş hassasiyeti olduğunu belirten Dr. Çakır, “Ayrıca, diş etleri çekildiğinde dişler normalden daha uzun gözükür. Elma, armut gibi sert yiyecekler tüketildiğinde kanama gözlenir. Fırçalama sonrası dişeti kanaması meydana gelir. Diş etlerinde kızarıklık ve şişkinlik yaşanabilir.” bilgisini verdi.

    Kalem ısırmak da tehlikeli

    Dr. Çakır, diş eti çekilmesine neden olan birçok faktöre değinerek şöyle devam etti: “Bunların başında diş eti iltihabı gelir. Diş eti iltihabı hem dişi destekleyen kemiği tahrip eder hem de dişeti çekilmesine neden olur. Eğer dişler sert bir fırça ile bastırarak fırçalanıyorsa hem dişin minesine zarar vermiş oluruz hem de diş etini tahrip ederek çekilmesine neden oluruz. Doğru bir şekilde ve sıklıkta yapılmayan fırçalama ile dişler üzerinde oluşan birikintiler uzaklaştırılamaz. Buna bağlı olarak diş taşı birikimi artar. Diş taşları bakterilerden zengin bir yapı olup dişetlerinde kanama ve çekilmeye neden olur. Tırnak yeme ya da kalem ısırma gibi kötü alışkanlıklar da diş etine zarar verir. Ayrıca hatalı yapılan protezler ve taşkın dolgular, yaşlanma, piercing, ince kemik yapısının bulunduğu dişlere uygulanan ortodontik diş hareketi, yüksek kas bağlantıları da diş etinin çekilmesine sebebiyet verir.”

    Diş Kaybından Önce Son Çıkış

    Diş eti çekilmesinin tedavisinde çekilmenin boyutunun dikkatli bir şekilde değerlendirilmesi gerektiğini ifade eden Dr. Çakır, şu değerlendirmede bulundu: “Hafif şiddette bir diş eti çekilmesinde etkilenen alan diş hekimi tarafından derinlemesine temizlenerek açık kök yüzeyi bakterilerinin tutulumunu önlemek için düzgünleştirilir. Diş eti çekilmesini önlemek ve açık kök yüzeyini kapatmak amacıyla çeşitli cerrahi işlemler uygulanır. Açık kök yüzeyini kapatmaktaki amaç; hassasiyeti önlemek ve estetik problemi elimine etmektir. Bu amaçla ağız içerisinden alınan yumuşak doku greftleri (serbest diş eti grefti/bağ dokusu grefti) ile çeşitli cerrahi teknikler kullanılarak kök yüzeyinde kapanma sağlanmaya çalışılır. Diş eti çekilmesi tedavi edilmediği takdirde kişinin o bölgede ağız hijyenini sağlaması güçleşir, diş eti iltihabının kemiği etkilemesi durumunda dişlerde sallanma meydana gelir. İleri zamanlarda bu durum diş kaybı ile sonuçlanabilir.”

  • Yrd.Doç.Dr Üney’dan Sarılmanın 20 Faydası

    Üney, son dönemlerde insanlarda mutluluk ve güven ile ilgili tıbbi araştırmaların yoğunlaştığını kaydederek, “Yalnızlığın, bireyselliğin ön planda olduğu günümüzde ‘Neden mutlu değiliz’ ve ‘Neyi eksik yapıyoruz’ gibi soruları açıklama gerekliliği doğdu. Bilim, bu duyguları sağlayan hormon olarak oksitosini işaret ediyor” dedi.
    Oksitosinin esasen beyinde üretilen bir hormon olduğunu ifade eden Dr. Üney, “En çok üremeyle ilişkilidir. Doğum ve doğum sonrasında yüksek miktarda salınır. Ancak diğer dönemlerde de kadın ve erkekte beyinden salgılanmaktadır. Doğumdan sonra annelik davranışını sağlayan bir hormondur. Diğer zamanlarda ise güven, eşler arasında bağlılık, aşk, sosyalleşme, karşı tarafı anlama ve endişelerin yatışmasını sağlamaktadır. Eksikliğinde kendini beğenme, güvensizlik, toplumdan uzaklaşma, psikolojik rahatsızlıklar, yalan eğilimi artmaktadır. Günlük hayatta Oksitosin salgılanmasını artıran en kolay yöntem sarılmaktır. Yorgunluk, yoğunluk, günlük stresler, yalnızlık, güvensizlik, kavgalar, çatışmalar, birbirine zaman ayırmama, ekonomik sorunlar gibi nedenlerle sarılmayı unutmuşuz gibi görünüyor” diye konuştu.
    Sarıldığında kucaklaşıp ve birbirlerine dokunan kişilerin Oksitosin hormonu salgıladığını kaydeden Dr. Üney, Oksitosinin sağladığı 20 faydasını şöyle sıraladı:
    “1. En kolay mutluluk sağlama yoludur.
    2. Güvende hissederiz. Hayatla daha kolay baş ederiz.
    3. Güven veririz. Arkadaşımızın, eşimizin, çocuğumuzun kendisini daha güvende hissetmesini sağlarız. Onların kendine güvenlerini artırırız.
    4. İletişimimiz daha iyi olur, karşımızdakini anlamak ya da anlaşılmamız kolaylaşır.
    5. Endişelerimiz azalır. Karşımızdakinin endişelerini yatıştırırız.
    6. Daha sosyal oluruz. Toplum içinde kendimizi daha rahat hissederiz.
    7. Daha az gergin oluruz. Stresle daha rahat baş ederiz.
    8. Rahat uyuruz ve daha iyi hislerle uyanırız. Yeni güne daha hazır başlarız.
    9. Yakınlarımızı karşı daha koruyucu oluruz.
    10. Daha şefkatli oluruz.
    11. Rahat hissederiz.
    12. Arkadaşımıza eşimize çocuğumuza bağlılığımız artar. Sadakati artırır.
    13. İlişkilerimizi daha samimi ve yalandan uzak yaşamamızı sağlar.
    14. Hamileliğin daha rahat geçmesini sağlar.
    15. Annenin doğum sonu depresyonunu engeller, lohusalık dönemini rahat geçirmesini sağlar. Süt gelişini kolaylaştırır.
    16. Eşimizle yaşadığımız cinsellik daha kaliteli olur.
    17. Eşimizi daha çekici bulmamızı sağlar.
    18. İlişkilerimizde bizi kavga, çatışma ve tartışmalardan korur.
    19. Âşık olmanızı, aşkı korumanızı sağlar. Aşk acısını hafifletir.
    20. Belki de çağımızın en büyük sorunu depresyona karşı koruyucudur. En basit, en kalıcı ve en kolay şekilde günlük yaşam stresleriyle baş etmemizi sağlar. Uzun, yorucu psikolojik/psikiyatrik tedavi sürelerini kısaltır”

  • 40 Yaş Üstünde Göz Tansiyonuna Dikkat

    Glokomun göz içi sıvı basınç yüksekliğini takiben görme sinirinde meydana gelen ilerleyici hasar olarak tanımlandığını söyleyen Duran bebeklikten itibaren her yaşta görülebilen glokomun 40 yaş ve üstü grupta daha sık görüldüğünü belirtti. Duran, “Göz tansiyonu tedavi edilmediği taktirde görme kaybı ve körlüğe yol açabilir. Glokom çoğunlukla belirtisiz seyreden sinsi bir hastalıktır. Hastaların büyük kısmı görme kaybı ile hastanemize başvurmaktadır. Bunun haricinde gözde ağrı, baş ağrısı, zaman zaman bulanık görme gözde kızarma, ışıktan rahatsız olma, ışık etrafında hale görme, göz içi basıncı çok yükseldiğinde bulantı- kusma gibi şikayetlerle hastalar gelebilmektedir. Glokomun erken tanı ve tedavisi görme kaybı oluştuktan sonra geri dönüş olmadığından oldukça önemlidir. Glokom sinsi seyreden bir hastalık olduğu için ancak göz tansiyonu ölçümü ve göz arkası değerlendirme ile tespit edilebilir. Bunun için 40 yaş üstü bireylerin 6 ayda bir düzenli olarak göz tansiyonu ölçümü ve görme siniri değerlendirmesi önerilir. Glokom tanı koyulduktan sonra tamamen iyileştirilip ortadan kaldırılamaz fakat birçok olguda uygun tedavi ile başarılı bir şekilde kontrol altında tutulabilir ve görme kaybının ilerlemesi engellenebilir. Glokom öncelikle göz içi basıncını düşüren çeşitli ilaçlarla tedavi edilir. İlaç tedavisi ile göz içi basıncının düşmediği olgularda cerrahi tedavi gerekir” dedi.

  • Rinoplasti Ameliyatı Nedir? Rinoplasti Nasıl ve Hangi Durumlarda Yapılır?

    Op. Dr. Necip Cihan Hasçiçek, uygulama ile kısa süre içerisinde kemik ve kıkırdak dokularında ince bir işçilik uygulayarak burun yapısının şekillendiğini belirtti. Burun görünümlerinin iyileştirilmesi için birçok kişinin doktora başvurduğunu ifade eden Hasçiçek, “Günümüzde rinoplastiye ilgi her geçen gün artıyor. İşlemle kişi hem rahat nefes almaya başlıyor hem de estetik olarak kendini iyi hissediyor. Ancak burada, güvenilir ve alanında uzman bir doktorun ameliyatı gerçekleştirmesi çok önemli. Çünkü rinoplastide burnun, yüzün diğer bölümleriyle uyum sağlaması oldukça önemlidir” dedi.

    Rinoplasti ile burnun yeniden şekillendiğini ve görünümde de değişimlerin yaşandığını ifade eden Hasçiçek, buna bağlı olarak kişinin hem sağlığına hem de özgüvenine olumlu katkı sağladığına dikkat çekti.

    Operasyonda yapılan kesilerin gözle görülemeyecek şekilde olduğunu dile getiren Hasçiçek, “Bu sebeple, rinoplastiden sonra burunda herhangi bir iz kalmaz. Ameliyatta burun içerisine tampon yerleştirilmişse, ameliyattan 2 gün sonra bu tampon çıkarılır. Günümüzde gelişen teknolojiye bağlı olarak, acı çekmeden ve birkaç saat içinde, yeni bir burun şekli ile hayata devam ediliyor. Operasyondan sonra kişi bir gece hastanede kalıyor. Sonrasında normal yaşantısına devam ediyor” diye konuştu.

    Ameliyatın ardından morluk ve şişlik yaşanabileceğini aktaran Hasçiçek, “5-6 gün sonra morluklar ciddi derecece azalıp, ikinci hafta tamamen geçer” dedi.
    Ameliyattan sonraki ilk 24 saat, burun içinde şişlik ve doluluk hissi olacağını dile getiren Op. Dr. Necip Cihan Hasçiçek, “Bu şikayetlerin giderilmesi için doktorun verdiği ilaçlar düzenli kullanmak gerekiyor. Bunun yanında, operasyondan sonraki gün burundan kanlı sızıntı olma ihtimâli var. Ancak aşırı kanama olması durumunda mutlaka doktora danışılmalı. Ayrıca birkaç hafta burun tıkanıklığı da yaşanabilir. Burundaki iyileşmeyi engellememek için bir süre burun kuvvetli bir şekilde temizlenmemeli ve ağır aktivitelerden kaçınmalı. Bu süreçte, buruna gelebilecek her türlü darbeden uzak durmalı. Hatta yüz yıkarken, saç tararken bile dikkatli olmalı” dedi.

  • Op.Dr. Soyan: “İdrar Yolları Enfeksiyonunu Ciddiye Almalıyız”

    Soğuğun idrar torbasının üzerindeki olumsuz etkileri idrar yolu enfeksiyonlarına yakalanma ihtimalini artırabiliyor. İhmal edildiği takdirde ise ciddi böbrek enfeksiyonlarına yol açabileceğini belirten Aspendos Anadolu Hastanesi Üroloji Uzmanı Op. Dr. Hüseyin Soyan, Kış aylarında özellikle ayakların ve bacakların aşırı soğuk hava ile temas etmesi idrar yolu enfeksiyonunu kolaylaştırdığını söyledi. İdrar yolu enfeksiyonu hem kadın hem de erkekte görülebilir diyen Üroloji Uzm. Op. Dr. Hüseyin Soyan, “Hastalık kadınlarda sistit (idrar torbası iltihaplanması) veya böbrek enfeksiyonu (piyelonefrit) şeklinde gelişirken, erkeklerde sistit, prostatit (prostat bezi iltihabı) veya piyelonefrit olarak ortaya çıkar. Ancak kadınlar erkeklere nazaran anatomik yapıları nedeniyle idrar yolu enfeksiyonlarına çok daha yatkındır. Bu yüzden kadınlarda daha sık görüyoruz” dedi.

    “Kadınlarda daha sık görülüyor”
    İdrar yolları enfeksiyonu, üriner sistem enfeksiyonudur. En yaygın görülen idrar yolu enfeksiyonu sistit yani mesane iltihabı. Kadınlarda daha çok görüldüğünü açıklayan Op. Dr. Soyan, “Kadınlarda daha çok olmasının nedeni ise üretra, vajina ve rektumanın birbirine yakın olmasıdır. Bununla birlikte, kadınların üretrası daha kısa olduğundan idrar yolu enfeksiyonlarına kadınlar çok daha kolay yakalanıyor. Anatomik farklılıklardan dolayı kadınlarda erkeklere oranla daha sık görülmektedir” açıklamasında bulundu.
    “Soğuk havalarda idrar yolları enfeksiyonun artmasında ki en önemli nedenlerden birisi de vücut direncimizin düşmesidir” diyen Soyan, idrar yolları enfeksiyonu belirtilerine ilişkin, “Göbeğin alt kısmında, kasıklarda ağrı olursa, idrar yaparken ve yapmazken de yanma olması, ani idrara sıkışma, tuvalete yetişememe, idrar yaparken zorlanma ve ağrılı işeme, idrar renginde koyulaşma veya kanama olması, bel ağrılarının olması, idrarın çıkış noktasında sızı olması idrar yolları enfeksiyonunun belirtileridir.” Belirtileri ciddiye almamız gerektiğini belirten Dr. Soyan, “Tabii bu belirtilerin ilerlemesiyle birlikte ateş olması sonucunda enfeksiyonun ilerlediğini ve olaya böbreklerin de dahil olduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden belirtileri fark ettiğimiz andan itibaren doktora görünmeliyiz. İdrar yolları enfeksiyonunu ciddiye almalıyız. Aksi takdirde böbreklerimize ciddi zararlar vermektedir” diye belirtti.

    Korunmanın yolları
    İdrar yolları enfeksiyonuna yakalanmamak için öncelikle sıvı alımına dikkat edilmesi gerektiğini vurgulayan Soyan, “Birincisi; özellikle sıvı bol almalıyız. Çünkü en güçlü antibiyotik. Sıvıyı arttırdığımızda idrar miktarı da artıyor. Bu da mekanik temizlik sağlıyor. İkincisi; çay, kahve ve koladan uzak duruyoruz. Kahvedeki kafein idrar yollarına zarar veriyor ve enfeksiyona yakalanmaya zemin hazırlıyor. Demir emilimini de azalttığı için kansızlık yapar. Kansızlıkta vücut direncinin düşmesine zemin hazırlar. Bunun sonucunda enfeksiyonlara yatkınlık oluşur. Çay, kahve ve kola tüketmemeye çalışalım. Yeşil çay içebiliriz. Bununla birlikte kendimizi idrar yolları enfeksiyonundan c vitamini alarak da koruyabiliriz. Bu bağlamda yaban mersini kullanımı çok önemlidir. Çünkü yaban mersininin, tekrarlayan idrar yolları enfeksiyonuna neden olan bakterilerin yüzde yetmişinin oluşmasını engelleyici ve koruyucu özelliği var. Aynı zamanda iyi bir gıda takviyesidir” ifadelerinde bulundu.

    “İdrar rengi önemli”
    Sıvı alımına dikkat çeken Soyan, “Kişilerin terleme durumu ve metabolizmasına göre su alımı farklılık gösterebiliyor. Bu yüzden su alımında idrar rengimizi baz almalıyız. İdrar rengi şeffaf olmalı” sözleriyle idrar renginin şeffaf olması gerektiğini belirti. Soyan, Ayakları, bacakları ve kasıkları soğuktan koruyacak şekilde giyinmek gerektiğini söyledi ve ayakta banyo yapması gerektiğine de dikkat çekti. Soyan, alttan vajinayı yıkayacak şekilde duş yapılmamasını, vajina temizliği için çeşitli temizlik ürünleri kullanılmamasını, ilişkiye girmeden önce ve sonrasında mutlaka tuvalete gidilmesini, partnerlerin ilişki öncesinde mutlaka banyo yapmalarını da söyledi. Soyan, cinsel yolla kadınların çok fazla idrar yolları enfeksiyonuna yakalandığını, bu uyarıların dikkate alınması ve idrar yolları enfeksiyonunun ciddiye alınması gerektiğini belirti.

  • Soğuk Kış Aylarında Saç Dökülme Problemi Artıyor

    Türkiye genelinde Aralık ayı itibarıyla çetin geçen kış ayları etkisini göstermeye başladı. Hava sıcaklıkları yer yer eksi dereceleri bulurken vatandaşların en zorlandığı konuların başında saç bakımı geliyor. Özellikle şapka ve bere gibi aksesuarlar soğuktan korumak için önem taşırken, kafada uzun süre bulundurulması durumunda saç köklerine ve saçlara zarar verebiliyor. Bu nedenlerle saç dökülmeleri kış aylarında ciddi oranlara ulaşırken, uzmanlar soğuk havalarda saç bakımının önemine dikkat çekiyor.

    “Mevsim geçişlerinde daha çok artıyor”
    Eskişehir’de kuaförlük yapan Hasan Yılmaz, kış aylarında bere takılması ile saçların yıpranmasının sonucunda saçların daha fazla döküldüğüne dikkat çekti. Saçların kuruyup nemsiz kaldığını ifade eden Yılmaz, “Saç dökülmesi genetik olan, hormon bozukluğundan ve vitamin eksikliğinden olan bir şey. Tabi ki mevsim geçişlerinde bunlar daha çok artıyor. Bunun sebeplerin arasında; bere takılması, saçların kuruması, yıpranması ve insanların saçlarına bakım yaptırmaması yer alıyor. Normalde bir insanın saçı yüzde 50 dökülecekse, mevsim geçişlerinde bu oran yüzde 80’e ulaşabiliyor. Bu da özellikle saçların kuru ve nemsiz olmasından kaynaklanıyor” şeklinde konuştu.
    “Saçlara periyodik bakım yaptırdıklarında bir sorun yaşayacaklarını düşünmüyorum”
    Saçların yıpranmaması ve kopmamasının keratin bakımı, nem bakımı gibi bakımlarla önlenebileceğini belirten Yılmaz, “Saçın bir ‘ph’ oranı var. Bu saçın asitlik oranı. Burada ph cetveline göre rakamın 4,5 ila 5,5 arası olması lazım. Bu oran 7,5 ila 8,5 oranlarına çıktığında saçlar, yıpranmalara ve kopmalara maruz kalıyor. Bu oranın bu kadar yükselmemesi için saçlara keratin bakımı, keratin botoks bakımı, nem bakımı uygulanabilir ve bu sorunlar engellenebilir. Vatandaşlar, mevsim geçişlerinde bere kullandıkları için de saçlarının yıpranmasına ve kopmasına sebep olabiliyorlar. Bu sebeple vatandaşlarımızın saçlarına periyodik bakım yaptırdıklarında bir sorun yaşayacaklarını düşünmüyorum” ifadelerini kullandı.


    “Nasıl karnımız acıkıyorsa saçımızın da karnı acıkıyor”
    Sülfat ve paraben içeren şampuanlardan özellikle kaçınılması gerektiğini söyleyen ve saçın da insanlar gibi beslenmesi gerektiğini vurgulayan Hasan Yılmaz, sözlerine şu şekilde son verdi:
    “İnsanlarımız saç kestirmeyi, saçı yıkatmayı saç bakımı sanıyorlar. Aslında böyle bir şey yok. Gün içinde 3 öğün nasıl karnımız acıkıyorsa saçımızın da karnı acıkıyor. Bunun protein bakımı, nem bakımı, yıkaması gibi birçok kısmı var. Genellikle vatandaşlar evlerinde sülfatlı, silikonlu, parabenli şampuanlar kullandıkları için bu konuda sorun yaşayabiliyorlar. Genellikle her şampuanın içinde sülfat ve paraben var. Bu da saçın kurumasına sebep oluyor. Vatandaşlarımız sülfatsız ve parabensiz şampuanlar kullandıklarında saçlarının daha az kurumasını sağlarlar dökülmesini azaltabilirler.”