Kategori: Sağlık

  • Telefon, tablet ve bilgisayarın yanlış kullanımı dirsek ağrılarını artıyor

    Doç. Dr. Çift, özellikle dirseğin dış tarafından başlayan ağrının el bileğine kadar ulaştığını, önlem alınmazsa ağrıların şiddetlendiğini belirterek, “Hastalar genelde ağrıların başlamasından 2-3 hafta sonra bize başvuruyor. Hatta bazıları ağrıyla yaşamayı öğreniyor ve hiç hekime başvurmuyor, ağrılar günlük yaşantısını iyice kısıtlayıcı olunca bize geliyor. En bilinen belirtisi ise dirseğin dış tarafında lateral epikondil olarak bilinen çıkıntılı kemik üzerinde artan şiddetli ağrı” ifadelerinde bulundu.

    Yeditepe Üniversitesi Koşuyolu Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Doç. Dr. Hakan Turan Çift, bununla birlikte salon sporları yaparken kişinin kendini zorlaması, kapasitesinin üstünde ağırlık kaldırması sonucunda da dirsekte ödeme bağlı ağrının yaşanabileceğine dikkat çekti.

    ERKEN MÜDAHALE ÖNEMLİ

    Tedavi yaklaşımında koruyucu tedavilerin ön planda olduğunu vurgulayan Doç. Dr. Hakan Turan Çift, “Erken müdahale edildiğinde hastaların yüzde 90’dan fazlasını ameliyatsız tedavi edebiliyoruz. Önce konservatif tedavi dediğimiz ilaç, iğne tedavisi ve rehabilitasyon ile en az 9 ay ameliyatsız tedavi seçeneklerini deniyoruz. Bu süre içinde ağrılarda gözle görülür bir azalma olmuyorsa cerrahi tedavi devreye giriyor. Ancak gecikme ameliyatsız tedavinin başarısını düşürüyor” dedi.

    Konservatif tedavi sürecinde hastanın mesleği, günlük yaşantısı gibi faktörler de sonucu etkiliyor. Bu noktada hasta uyumunun önemine işaret eden Doç. Dr. Hakan Turan Çift, sözlerine şöyle devam etti:

    “Hastanın verilen kurallara birebir uyum sağlaması gerekir. Örneğin ağır kaldırmaması ya da mesleği gereği bile olsa tornavida kullanan bir kişinin bu süreçte tornavida kullanmaması, yine ev kadınlarının çamaşır sıkma hareketi yapmaması, hamur açmaması, el işiyle uğraşmaması, dirsek ve el bileğini zorlayıcı ağır spor yapmaması gerekiyor. Bu noktada özellikle cerrahlar, alet kullanmak zorunda olan boyacılar, tesisatçılar, marangozlar ve hatta yoğun ev işi yapan ev hanımları el, kol ve dirseklerini zorlayarak çalıştıkları için riskli grubu oluşturuyor. Bu kişiler mesleklerini bırakamayacağı için problem yaşanabiliyor.”

    HAYAT BOYU DİKKAT ETMEK GEREKİYOR

    Cerrahi sonrasında iyileşme süresinin hastanın ağrı eşiğine, uyumuna ve yaptığı işe göre değiştiğini ifade eden Turan, “ Ameliyattan sonra ağrıdan çok büyük oranda kurtuluyor. Sonrasında fizik tedavi genelde gerekmiyor. Ancak hastaların tedavi sonrasında ağrı geçse dahi yaşam boyunca bazı kurallara dikkat etmesi gerekiyor. Aksi takdirde tekrarlama riski bulunuyor. Dolayısıyla yaşamı boyunca dikkat edeceği kurallar var ve bunlara uyulmazsa tekrarlama riski olduğu unutulmamalıdır” diye konuştu.

  • Kilolu Olmak Bel Fıtığını Tetikler Mi? Bel fıtığı neden olur?

    Günümüzün en yaygın sağlık problemleri arasında bel fıtığı da yer almaktadır. Omur, vücudun en fazla yük taşıyan bölgesi olması nedeniyle gün içerisinde yapılan yanlış hareketler ve omurgaya gerekenden fazla yük bindirilmesi bel fıtığına neden olabilmektedir. Özellikle tüm gün hareketsiz olan kişiler, oturarak çalışan kişiler, ağır spor yapanlar, gün içerisinde ağır yük kaldıran kişiler bel fıtığı için risk grupları arasında yer almaktadır. Bel fıtığı her ne kadar 30-60 yaş arasındaki kişilerde daha çok görülmesine rağmen hemen hemen her yaştan kişide ortaya çıkabilmektedir. Omur kemikleri arasında yer alan disklerin yırtılması ya da fıtıklaşması sonucu bel fıtığı ortaya çıkmaktadır.

    AŞIRI KİLO VE BEL FITIĞI

    Çağımızın en önemli hastalıklarından biri olan aşırı kilo yani obezite de bel fıtığı nedenleri arasında yer almaktadır. Omurga vücudun kendi ağırlığını taşıyan ve ağırlığı vücuda eşit bir şekilde dağıtmaya yarayan bölgesidir. Kilonun yüksek olması omurgaya daha fazla yük binmesi anlamına gelmektedir. Zaman içerisinde omur kemikleri arasında yer alan disklerin vücudun aşırı ağırlığı altında ezilmesi deforme olmasına neden olmaktadır. Fıtıklaşan disk omur kemikleri arasında yer alan sinirlere baskı yapar ve bu da vücudun bacak gibi diğer bölgelerinin de fıtıktan etkilenmesinin önünü açar. Başlangıç seviyesinde fıtıklaşmanın olduğu kişilere bu yüzden kilo kontrolü ve zayıflama gibi öneriler verilmektedir.

    BEL FITIĞI TEDAVİSİ

    Bel fıtığı tedavisi, fıtıklaşmanın durumuna göre değişiklik göstermektedir. Aşırı kilo kaynaklı fıtıklarda ilk olarak rahatsızlığı yaşayan kişinin zayıflaması tavsiye edilmektedir. Başarılı bir şekilde kilo veren kişilerde fıtıklaşmanın neden olduğu etkilerin şiddeti zayıflayabilmektedir. Ancak belirtilerin devam ettiği durumlarda ise ilaç tedavisi ya da fizik tedavi gibi konservatif yöntemler uygulanmaktadır. Bel fıtığı rahatsızlığı her ne kadar akla ilk olarak ameliyatı getirse de bel fıtığı rahatsızlığına sahip olan kişilerin sadece az bir kısmı bel fıtığı ameliyatı olmaktadır. Ameliyat son çare olarak tercih edilmektedir ve ilaç tedavisi ya da fizik tedavi gibi yöntemlerin bir yararının olmadığı, yaşam kalitesinin çok düştüğü hastalarda uygulanmaktadır. Rahatsızlığın tuvalet kontrolünün kaybına neden olduğu ve felce doğru gidişin bulunduğu durumlarda acil cerrahi kaçınılmazdır.

  • Nargile, Enfeksiyon Riski Taşıyor

    İç Hastalıkları, Gastroenteroloji ve Hepatoloji Uzmanı Prof. Dr. Yüksel Gümürdülü, kapalı alanlarda sigara kullanımının yasaklanmasının ardından tüketimi hızla artan nargilenin zararlarını anlatarak, nargile kullanımının küresel bir halk sağlığı problemine dönüştüğünü söyledi.

    Gümürdülü, Türkiye’de sigaranın hastalık yapıcı ve öldürücü etkilerinin sıkça duyurulmasına ve farkındalığın günden güne artmasına rağmen, sigaranın zararsız bir alternatifi gibi sunulan nargilenin çok daha zararlı olduğunu vurguladı.

    Ortak kullanımlı nargile hastalık saçıyor

    Nargilenin ortak kullanımlı bir tütün mamulü olduğunun altını çizen Prof. Dr. Gümürdülü, “Nargile temel olarak baş, gövde, su haznesi ve hortumdan oluşur. Ortak kullanılan bu parçalarını ucuna eklenen ve her kullanıcıda değiştirilen ‘sipsi’ adı verilen ağızlıklarla hijyen sağlanmaya çalışılsa da bu pek mümkün değildir” dedi.

    Nargilenin, hortumdan yani marpuçtan solunduğunu, marpucun içinde ve duvarında ise zamanla mikrop ve bakteri tabakası oluştuğunu kaydeden Gümürdülü, “Onlarca kişinin nefes alıp verdiği marpuç, birçok virüs ve bakteri için yaşam alanı oluşturuyor. Hijyeni sağlanamayan nargile, solunum yoluyla bir kişiden diğerine birçok hastalığı taşıyabiliyor” şeklinde konuştu.

    “Masum görünen nargile aromaları ölüm saçıyor”

    1990’lı yıllardan itibaren Türkiye’de oldukça yaygınlaşan ve genç, yaşlı birçok insanın bağımlısı olduğu nargilenin toplum sağlığını tehdit eden bir salgın oluşturduğunu kaydeden Prof. Dr. Yüksel Gümürdülü, “Bu salgının yayılmasında nargile içimini kolaylaştırmak için eklenen aromatik katkı maddelerinin rolü büyüktür ve özellikle gençleri etkilemektedir” dedi.
    Nargilenin de bir tütün ürünü olduğunu ve bütün tütün ürünleri gibi kanser, kalp ve damar hastalıkları, serebrovasküler hastalıklar, solunum yolu hastalıkları gibi pek çok öldürücü hastalığa neden olduğunu belirten Gümürdülü şunları kaydetti:

    “Bin bir çeşit aroma ve tatla sunulan yaş nargile tütünü, sigaranın aksine yaydığı cezbedici koku ve ağızda bıraktığı tatla birçok insanı özellikle gençleri kendine çekiyor. Masum görünen aromatik tütünler, yüksek oranda zehirli maddeler içeriyor ve akciğer kanseri, mesane kanseri, ağız kanserleri gibi hastalıklara yol açıyor.”

    1 nargile 50 sigara

    Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı bir araştırmaya göre bir nargile seansında çekilen duman hacminin 50 sigaraya eşit olduğunun kanıtlandığını dile getiren Gümürdülü, nargileyi içen kadar yanında bulunanın da etkilendiğini söyledi. Nargilenin piyasada, sigaranın sağlıklı bir alternatifi gibi sunulmasının yanıltıcı olduğunu bildiren Gümürdülü, nargile tütününde bulunan arsenik, nikel, kobalt, krom ve kurşun gibi maddelerin miktarının sigaraya oranla çok daha fazla olduğunun altını çizdi.

    Yüksel Gümürdülü, açıklamalarında şu ifadelere yer verdi:

    “Nargile dumanı, çok yüksek oranda zehirli ve uçucu kimyasallar içerir. Nargile içerken çok daha uzun sürelere dumana maruz kalınır ve bu da KOAH (kronik obstruktif akciğer hastalığı) olma riskini arttırır. Aromatik tütünlerde bulunan şekerin yanmasıyla ortaya çıkan toksik maddeler ve bunların nikotinle olan etkileşimi nargilenin bağımlılık yapıcı etkisini arttırır.”

    “Duman sudan geçerek temizlenmez”

    Nargilenin gövdesinde bulunan su haznesinin, zehirli dumanı temizlediği iddiasının tamamen asılsız olduğu uyarısında bulunan İç Hastalıkları, Gastroenteroloji ve Hepatoloji Uzmanı Prof. Dr. Yüksel Gümürdülü, “Sudan geçerek soğuyan dumanın içimi kolaylaşır fakat genel kanının aksine sudan geçmesi dumanın zararlı etkilerini kesinlikle yok etmez” dedi.
    Gümürdülü, genellikle iki veya daha fazla kişi tarafından paylaşılarak içilen nargilenin dumanında ciddi oranlarda karbonmonoksit, ağır metaller ve kanser yapıcı kimyasallar bulunduğunu aktardı.

    Nargile dumanının başta KOAH olmak üzere akciğer hastalıkları, kalp hastalıkları ve akciğer kanserine yakalanma riskini ciddi ölçüde yükselttiğini ifade eden Prof. Dr. Gümürdülü, “Tıpkı sigara gibi gebelerin nargile kullanması da bebeklerin düşük kilo ile doğumuna yol açmaktadır. Özellikle gençler arasında nargile kullanımının yaygın olması ve zararsız, hatta eğlenceli bir aktivite olarak değerlendirilmesi nedeniyle gelecek nesillerde sigaradan daha büyük bir tehdit oluşturmaktadır” diye konuştu.

    Gümürdülü, nargilenin gastrointestinal sistemde de sigaranın verdiği tüm zararlara neden olabileceğini sözlerine ekledi.

  • Baş Ağrısına İlaç Dışında Tedavi Yöntemleri

    Migren, tüm baş ağrısı hastalıkları içinde doktora en fazla başvuru nedeni olan durum olarak dikkat çekiyor. Migren tanısı için özel bir laboratuvar testi veya radyolojik inceleme bulunmazken, insanlık tarihi kadar eski bir hastalık olan migren toplum için oldukça önemli bir sağlık sorunu. Kadınların yaklaşık yüzde 20’sinin, erkeklerin ise yüzde 8’inin migrenli olduğu biliniyor. Uzm. Dr. Didem Er migrende ilaç dışı tedaviler konusunda bilgi verdi.

    Migren tedavisinde oksipital blokaj yöntemi hakkında konuşan Uzm. Dr. Didem Er, “İlaçlar etkili olamadığında ve baş ağrıları günlük yaşam aktivitelerini etkilemeye başladığında, migren tedavisi için alternatif bir çözüm olan oksipital blokaj yönetimi etkili bir çözüm yöntemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Yapılan çalışmalarda sadece ilaca cevap vermeyen migren ağrılarında değil, aşırı ilaç kullanımına bağlı baş ağrısı olan hastalarda, servikojenik baş ağrısı, küme baş ağrısı ve oksipital nevraljide oksipital sinir bloğu ile değişen oranlarda olumlu yanıt alındığı gösterilmiştir. Oksipital blokaj başın ağrı duyusunu algılayan kısmın anestezik maddelerle blokajı ve sinirin uyarılabilirliğinin azaltılması işlemidir. Bu yöntem sayesinde ağrıya neden olan sinir sistemindeki ağrı duyusu bloke edilir ve dolayısıyla ağrı kesilir. Diğer bir yöntem ise botoks uygulamasıdır” dedi.

    Botoksun migren tedavisinde nasıl kullanılmaya başlandığını da anlatan Dr. Er, “Yüzdeki kırışıklıkları yok etme amacı ile ‘botulinum toksini’ (botoks) yaptıran migrenli hastaların baş ağrılarının azaldığının fark edilmesi, migren tedavisinde botoks kullanımının yolunu açtı. Yapılan araştırmalar 3 aydan fazla bir süre boyunca, ayda 15 ya da daha fazla gün, migren karakterinde baş ağrısı olarak tanımlanan kronik migren tedavisinde botoks uygulamasının etkili olduğu gösterdi. Bu etkinin, botoks’un, sinir sonlanma bölgelerinde bazı nörotransmitterlerin salınımını engellemesi yoluyla inflamatuvar ağrıyı önlemesinden kaynaklandığı düşünülüyor” diye konuştu.

    Tedavi için botoksun tekrarlanabileceğini ifade eden Er, şunları söyledi: 

    “Kozmetik amaçla sadece yüz bölgesinde uygulanan botoks, migren tedavisinde bundan farklı olarak alın, şakaklar, ense ve boyun bölgelerinde belirli noktalara derialtına botulinum toksini iğne ile verilerek uygulanıyor. Çoğu durumda uygulamaların etkisi yaklaşık 3-4 ay süreceğinden tedavinin devamı için tekrarlanması gerekiyor. Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’den sonra ülkemizde de onaylanmış olan kronik migren tedavisinde botoks uygulanmasının güvenilir olması için bir nöroloji uzmanı tarafından yapılması büyük önem taşıyor.”

  • Türkiye’de her üç kişiden birinde gizli şeker var

    Pre-diyabet, diyabet öncesi ilk safha olarak kabul ediliyor. Kilolu ve obez kişilerde ortaya çıkma olasılığı yüksek olan hastalıkta en sık görülen insülin direnci sorunu çözümlenemezse Tip 2 diyabet hastası olma riski artıyor. Araştırmalara göre, çoğu gizli şeker hastalarına 10 yıl sonra Tip 2 diyabet tanısı konuyor. Yeditepe Üniversitesi Kozyatağı Hastanesi Endokrinoloji Uzmanı Prof. Dr. Hasan Aydın, gizli şekerin ne olduğunu, belirtilerini ve alınması gereken önlemleri açıkladı.

    DİYABETE DÖNÜŞME RİSKİ YÜKSEK

    Gizli şeker hastalığının toplumda sık görüldüğünü ve önlem almak gerektiğini vurgulayan Endokrinoloji Uzmanı Prof. Dr. Hasan Aydın, gizli şeker hastalarının damar sağlığı yüksek risk grubunda yer aldığını ve pre-diyabetin diyabete dönüşme riskinin çok yüksek olduğunu aktardı.

    TÜRKİYE’DE GÖRÜLME SIKLIĞI YÜZDE 36

    Hastaların yüzde 20’sinde organ hasarı olduğunu söyleyen Prof. Dr. Aydın, “İnsülin direnci dediğimiz bozuklukla başlayan önce tokluk sonra açlık kan şekerinin yüksekliğiyle seyredip diyabete neden olan bir hastalık tablosudur. Diyabetin yol açtığı tüm hastalık risklerini taşır. Diyabet tanısı koyduğumuz hastaların yüzde 20’sinde organ hasarı ortaya çıkıyor. Hastalar görmede bozukluk, kalp krizi riski, böbrek yetmezliği gibi sorunlarla karşımıza geliyor. Bunlar pre-diyabet döneminde ortaya çıkıyor. Diyabet, her 7 kişiden 1’inde olmak üzere çok sık görülen bir hastalık. Bunun öncülü olan pre-diyabet ise her 3 kişiden 1’inde görülüyor. Türkiye’de görülme sıklığı yüzde 36’dır” diye konuştu.

    PRE-DİYABET DÖNEMİNDE DİYABET ÖNLENEBİLİR

    Kilo vermenin ve egzersizin hastalığı önlemede önemli bir faktör olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Aydın, “Pre-diyabet önlenebilir. Çünkü bu hastalık diyabetin başladığı yerdir. Diyabet, pankreasta insülin salgısının bozulduğu yerde başlıyor. Buna neden olan en önemli faktör vücuttaki yağın fazla olmasıdır. Buna bağlı gelişen toksinlerdir. Dolayısıyla kilo vermek, sağlıklı beslenmek, egzersiz bu bozuklukların giderilmesini sağlayacaktır. Böylece, uzun dönemde diyabete olan gidişatı geriliyor. Bu konuda yapılan çalışmalarda bize, insanların yaşam tarzını değiştirerek, kilo verip, egzersiz yaparak bu bozuklukların yüzde 58 oranında geriletildiğini gösteriyor. İlaç tedavisiyle de yüzde 27 oranında düzelme sağlandığını biliyoruz” ifadelerini kullandı.

    ÇOCUKLARDA DA SIK GÖRÜLÜYOR

    Pre-diyabetin bir belirtisi olmadığını hatırlatan Prof. Dr. Hasan Aydın, “Dünyadaki obezite çocukluk çağına indiği için pre-diyabetti de çocukluk çağında sık görülen bir hastalık olarak biliyoruz. Pre-diyabetin bir belirtisi yok. Belirtiler diyabete dönüştüğünde ortaya çıkıyor. Ağız kuruluğu, çok su içme, idrara sık çıkma gibi şikayetler ancak o evreden sonra görülüyor. Sessiz bir evre gibi gözükse de yol açtığı sorunlar açısında önemlidir” dedi.

    HASTALIK RİSKİNİ NE ARTIRIYOR?

    Yılda bir kez mutlaka kan şekeri ölçümü yapılmasını öneren Prof. Dr. Aydın, “Aileden gelen genetik bir zemin oluyor, hipertansiyon, gebelikte şeker hastası olanlar, kötü beslenme, hareketsiz yaşam, kilo fazlalığı gibi faktörler birbirinden bağımsız olarak hastalık riskini ortaya çıkarıyor. Böyle şikayetleri olan kişilerin düzenli şeker takibinden geçmeleri lazım. Yılda bir kez mutlaka kan şekerlerini ölçtürsünler” diye konuştu.

    HASTALIKTAN KORUNMAK MÜMKÜN

    Endokrinoloji Uzmanı Prof. Dr. Aydın, hastalıktan korunmak için alınması gereken önlemleri ise şöyle sıraladı:

    “Hastalıktan korunmak için vücut ağırlığının yüzde 10’unu kaybetmek gerekli. Bunun için iyi beslenmek ve kilo kontrolü şart. Haftada minimum 150 dakika olacak şekilde egzersiz yapmalıyız. Bunlar aerobik egzersizlerden oluşmalıdır. Şekeri ve unu hayatımızdan tamamen çıkarmalı ve öğün düzeni olmalı. Yani hiçbir öğünü atlanmamalı. 3 öğün mutlaka tüketilmelidir. Özellikle ailesinde diyabet öyküsü olan kişilerin bu konuda daha dikkatli olmaları gerekiyor. Yaşam tarzı değişiklikleri yaparak hayat boyu sürdürmeliler.”

  • Demir eksikliği kadınları aşktan soğutuyor

    Çiftler arasında cinsel isteksizliğin yeterince önemsenmediğini ve cinselliğin çiftler arasında konuşulması tabu olarak algılanan bir konu olduğunu belirten İstinye Üniversite Hastanesi Medical Park Gaziosmanpaşa Psikiyatri Uzmanı Dr. Murat Altın, “Gündelik yaşamın koşuşturmaları, iş stresleri, aile içi ilişkilerde olan gerginlikler, maddi sorunlar, çocuklarla ortaya çıkan ani krizler, günlük sorunlarla kavgalar derken çiftler cinsellikten giderek uzaklaşmaya başlıyor. Bu konunun konuşulması, üzerindeki toplumsal tabular da devreye girince cinsellik gibi önemli bir konu ve bu konuda yaşanan sorunlar hasıraltı edilmeye başlanıp görmezden geliniyor. Bir camdaki ufak bir çatlak nasıl ki yavaş yavaş giderek büyüyor ve en sonunda camı çatlatıyorsa, cinsel yaşamda biriken sorunlar da evlilikte giderek büyüyen bir çatlağa dönüşüyor” diye konuştu.

    CİNSEL İSTEKSİZLİĞİN SEBEBİ RUHSAL VEYA TIBBİ RAHATSIZLIKLAR OLABİLİR

    “Dünya Sağlık Örgütü’ne göre cinsel sağlık; bir kişinin cinsel yaşamını bir zorlama olmadan, mutlu ve zarar görmeden sürdürebilmesidir” diye konuşan Dr. Murat Altın, sözlerini şöyle sürdürdü:

    “Sağlıklı bir iletişim, kişilik gelişimi ve çiftler arasındaki sevginin paylaşımını olumlu yönde zenginleştirmenin yanı sıra duygusal, düşünsel ve toplumsal bütünlüğünü sağlamaya katkı sağlar. İnsanlarda cinsellik istek, uyarılma, orgazm ve çözülme evrelerinden oluşur. Bu evreler değişik anatomik ve fizyolojik süreçleri içerir. ‘İstek evresi’ diğer evrelerden bağımsız olup cinselliği başlatan ve şekillendiren en önemli evredir. Bu nedenden dolayı en sık karşılaşılan cinsellik sorunlarından biri cinsel isteksizliktir. Erkeklerden farklı olarak kadınlarda cinsellikle ilgili yaşanılan sorunların kaynağında; ruhsal veya tıbbi rahatsızlıklar olabileceği gibi kişinin yaşamı içerisinde karşılaştığı cinsel veya kişiler arası sorunlar olabilir. Birçok vakada ise bu sorunların çoğunlukla birlikte bulunduğunu görmekteyiz.”

    KOKU DA, KÖTÜ DAVRANIŞ DA KADINI SOĞUTABİLİR

    Dr.  Altın, istenmeyen bir kişi ile evlilik, cinsel saldırılar, cinsellik ile ilgili çocukluk veya gençlik çağında öğrenilen yanlış ve korkutucu bilgiler gibi olumsuz cinsel tecrübelerin kadının cinselliğe karşı negatif bir tutumunun oluşmasına yol açabileceğine dikkat çekti.

    Dr. Altın, “Özellikle ülkemizde eşlerin ilgisizliği, aldatmaları veya eşlerinin ebeveynleri (özellikle kayınvalideler) ile ilgili sorunlarda eşinin kadına destek olmamasından dolayı kadınlar eşlerine karşı öfke, hatta kin duymaya başlar. Bu durum kadının eşine karşı olumsuz duygular beslemesine, sevgisinde azalmaya neden olurken cinsel istek de olumsuz yönde etkilenir. Yine eşinin gerekli kişisel hijyeni göstermemesi, kötü vücut ve ağız kokuları olması durumlarda kadınların –özellikle daha titiz kadınların- cinsel uyarılmalarını olumsuz etkiler. Bu durumu bazen eşi ile konuşamaz veya eşinden bu konuda gerekli desteği göremez. İlerleyen dönemlerde kadında cinsel anlamda isteksizlik gelişmeye başlayabilir” diye konuştu.

    HALSİZLİK VE ENERJİ KAYBINI CİDDİYE ALIN

    Çiftleri halsizlik ve enerji kaybını ciddiye almaları gerektiği konusunda uyaran Dr. Altın, şöyle konuştu:

    “Sağlıklı ve mutlu bir cinsel yaşantı için her iki cinste de fiziksel sağlık olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Son yıllarda hareketsiz yaşam tarzı özellikleri, yetersiz ve dengesiz beslenme sonucunda özellikle Fe (demir) eksikliği anemisi, B12 ve D vitamini başta olmak üzere diğer vitamin eksiklikleri sıklıkla görülmektedir. Örneğin istatistiklere göre tüm Dünya’da kadınların yüzde 35’inde Fe eksikliği anemisi görülmektedir. Bu durum özellikle kadınlarda yoğun halsizlik, isteksizlik ve enerji kaybına neden olurken, cinsel yaşam da bundan etkilenecektir. Yine tiroit fonksiyon bozukluları, diyabet gibi endokrinolojik rahatsızlıklar cinsel isteği azaltabilir. Cinsel isteksizlik, tansiyon ilaçları, bazı antidepresanlar veya doğum kontrol ilaçlarının yan etkisi olarak da ortaya çıkabilir.”

    UZMANA GİTMEKTEN ÇEKİNMEYİN

    Ruhsal rahatsızlıklar içinde kadınlarda en sık görülenlerinden bir tanesinin Hipoaktif Cinsel İstek Bozukluğu (HCİB) olduğunu söyleyen Psikiyatri Uzmanı Dr. Murat Altın, “Kadınlarda HCİB, cinsel fantezi/ cinsel istekte devamlı ya da yineleyici olarak ortaya çıkan ve kişi/ kişiler arasında sorun oluşturan azlık ya da eksiklik olarak tanımlanır. Çalışmalarda sıklığı konusunda değişik veriler olmasına karşın toplumda görülme sıklığı yüzde 9-12 civarındadır. Kadınlarda yüzde 20-40 gibi yüksek bir oranda görülen majör depresyon günlük klinikte en sık gördüğümüz cinsel isteksizlik nedenlerinden biridir. Majör depresyonun bulgularından biri cinsel isteksizlik olmasının yanı sıra tedavisinde kullanılan antidepresan ilaçlarının bazılarının yan etkileri, bu durumu daha sıkıntılı bir hale sokabilir. Yine kadınlarda görülen vajinismus rahatsızlığında iyi bir terapi ve tedavi süreci ile çözülmez ise ilerleyen dönemlerde cinsel isteksizliğe neden olabilir. Kadınlarda görülen cinsel isteksizlik belli bir süre sonra hem ruhsal hem de ailevi ve sosyal işlevsellikte sorunlara neden olabileceği için dikkat edilmesi ve önem verilmesi gereken bir durumdur. Bu sorunları yaşayan kadınların, en kısa zamanda bu konuda eğitim almış ruh sağlığı profesyonellerinden destek alması önemlidir” ifadelerini kullandı.

  • Akıllı telefon kullanımı obezite riskini artıyor

    Akıllı telefonlar, özellikle gençlerin hayatlarının önemli bir parçası haline geldi. Akıllı telefonlarda geçirilen fazladan zaman ise hareketsizliğe neden oluyor. ACC Latin Amerika Konferansı 2019‘da sonuçları açıklanan yeni bir araştırmaya göre, günde 5 saat ve daha fazla süreyle akıllı telefon kullanan üniversite öğrencilerinin, ileride obez olma riski yüzde 43 oranında artıyor. Bunun dışında öğrencilerin obezite riskini artıran diğer unsurlar ise; şekerli içecekler, fast food gıda, abur cubur tüketimi olarak sıralandı.

    Araştırmaya, 700’ü kadın 360’ı erkek olmak üzere 19-20 yaşlarındaki toplam bin 60 öğrenci katıldı. Erkek öğrencilerin ilerleyen yıllarda aşırı kilolu olma ihtimallerinin yüzde 36.1, obezite ihtimallerinin ise yüzde 42.6 oranında olduğu görüldü. Araştırmaya katılan kız öğrencilerin ise yüzde 63.9 ihtimalle aşırı kilolu, yüzde 57.4 ihtimalle de obez olabileceği ortaya çıktı.

    Obezite Cerrahisi Uzmanı Op. Dr. Tufan Ergenç da, şu değerlendirmeyi yaptı: 

    “Gençlerin özellikle sosyalleşme ve eğlence kaynağı olarak bugün tablet ve akıllı telefonları benimsemesi gelecekte sağlıklarını da kötü yönde etkileyebilir. Bu araştırma sonuçlarında dikkate almamız gereken en önemli faktör ise hareketsizliğin obezite üzerindeki etkisidir. Akıllı telefonlar başında ne kadar uzun süre geçirirsek o kadar hareketsiz kalıyor ve hatta buna alışıyoruz. Obeziteden korunmanın en önemli koşullarından biri düzenli egzersiz ve hareketli bir yaşamdır” dedi.

  • Sperm Ayırma Tekniği İle İstenilen Cinsiyette Yavrular Üretildi

    Hiroshima University kurumundan bir grup araştırmacının yaptığı çalışmaya göre bilim insanları doğacak farelerin cinsiyetlerini belirleyebilecekX kromozomu ile Y kromozomunu birbirinden ayırabilecek biyobelirteç arayışında olan araştırma ekibi; farelerde yaptıkları analizlerde X kromozomunun Y kromozomuna oranla çok daha fazla gen barındırdığını tespit etti.

    Ekip yaptığı araştırmalar neticesinde X kromozomuna özgü olarak bulunanY kromozomunda bulunmayan 500 farklı gen tanımladı. Daha sonra 500 aktif genden 18 tanesinindişil DNA‘yı taşıyan spermlerin yüzme yeteneklerinin azalmasını sağlayan reseptörleri kodladığını keşfetti. Keşfedilen genler üzerinde çalışan ekip bu reseptörleri hedef alan ve sperm hareketliliğini kısıtlayan bir kimyasal reaksiyon meydana getirdi.

    Teknik fare spermlerine uygulandı

    Araştırma ekibi geliştirdikleri reaksiyonu fare spermlerine uyguladıklarında spermlerin farklı hızlarda hareket ettiklerini gözlemledi. Bu olay neticesinde de X kromozomu taşıyan spermler ile Y kromozomu taşıyan spermler birbirlerinden farklı hızlarda yüzmeye başladı.

    Fertilizasyon için hızlı sperm grubu kullanıldığında; doğacak yavruların %90 oranında erkek cinsiyette doğduğu belirlendi. Fertilizasyon için yavaş sperm gurubu kullanıldığında ise doğacak yavruların %81 oranında dişi cinsiyette olduğu tespit edildi. 

    Ekip geliştirdikleri yöntemi sığırlarda ve domuzlarda test etti. Sonuçlara göre ekip istedikleri cinsiyetteki yavruları başarıyla üretti.

    Geliştirilen yöntemin ziraat ve hayvancılık alanında kullanılması ve çiftlik hayvanlarının istenilen şekilde üretilmesi planlanıyor ancak yöntemin insanlar üzerinde kullanılması düşüncesi hem çeşitli etik sorunlara hem de bazı sansasyonlara sebebiyet veriyor.

    Araştırma PLOS Biology dergisinde yayımlandı.
  • İnsanlar sosyal medyada ‘ilkel beyin’ ile hareket ediyor

    Sosyal medya üzerinden fiziksel bütünlüğe tehdit söz konusu olmadığı için insanların kendilerini kısıtlamadan öfkelerini dışa vurduğunu aktaran İstanbul Gelişim Üniversitesi’nden Psikiyatrist Onur Okan Demirci, bu öfkenin psikolojik olarak ciddi hasarlar bıraktığını vurguladı.

     “YETERSİZLİK HİSSİ ÖFKELENDİRİYOR”

    Sosyal medya üzerinden aktarılan bu öfke yapısının altında yatanlara da değinen Demirci “Öfkenin altında genellikle ‘yetersizlik’ düşüncesi yatar. Sosyal medya üzerinden saldırıda bulunduğu kişinin üzerinde yarattığı hisler ile dürtüsel olarak davranabilir ki bu hislerden en çok rahatsız eden ve en şiddetli öfkeyi çıkaranları ‘yeterince iyi olamama’, ‘kendini kanıtlama çabası’, ‘özgüven eksikliği’  gibi hislerdir” diye konuştu.

    “SALDIRILARIN EN ŞİDDETLİSİ TOPLU LİNÇ HAREKETİ”

    Sosyal medya saldırıların en şiddetlisinin toplu linç hareketi olduğunu hatırlatan Onur Okan Demirci, “Bu tür paylaşımlarda arkasına bir kitle topladığını düşünen sosyal medya hesapları, hedeflediği amaç doğrultusunda paylaşımlar yaparak ilkel beyin yapıları ile hareket eden öfkeli bir topluluğu peşinden sürükler. Ortak kaygılar taşıyan bu topluluk, dürtüsel hareketleri sonucunda kendilerine veya başkalarına zarar verebilir. Sosyal medya platformları hiç masum değildir” ifadelerini kullandı.

    SOSYAL MEDYA EĞİTİMİ ŞART

    En etkili ve doğru yöntemin sosyal medya kullanımı üzerine eğitimlerin yaygınlaştırılması olduğunu söyleyen Demirci, “Özel hayatı ihlal etmeye kadar varan paylaşımlar ise etkili yaptırımlara sahip kanun uygulayıcı organlar tarafından değerlendirilebilir” dedi.

  • Zayıflamak isterken ölmeyin!

    Son yıllarda zayıflamak isteyenlerin tercih ettiği zayıflama haplarında bulunan “sibutramin” maddesi bağışıklık sistemini çökertirken, ölüme bile sebep olabiliyor. Zayıflamak isteyenlere tavsiyelerde bulunan Özdemir, içinde kimyevî madde bulunan zayıflama haplarının çok zararlı olduğunu ve insan sağlığını olumsuz yönde etkilediğini belirterek, en sağlıklı zayıflama yönteminin güvenilir aktarlardan alınan doğal bitkisel ürünler olduğunu savundu.

    Zayıflamak isteyenleri uyaran Türkiye Aktarlar ve Baharatçılar Federasyonu Genel Başkanı Halit Özdemir, “Halkımız kilo vermek için zayıflama haplarına rağbet gösteriyor. Bilhassa kadınlar yaz geldi, hızlı kilo vereyim diye düşünüyor. Bu zayıflama haplarının içerisinde sibutramin maddesi var. Bu maddenin bulunduğu zayıflama hapını yutanlarda ağızda kuruluk oluşuyor. Bu madde vücuda inanılmaz zararlı. Piyasada bulunan bir hap var, bu hapı kullananlar haşimato hastalığına yakalanıyor. Bu hastalık vücudun bağışıklık sistemini çökertiyor ve vücut organlarını tanımaz hale getiriyor. Zayıflama hapını yutan kişiler bir bakıyorsunuz 1 ayda 8 kilo vermiş. Bu doğadan elde edilen bitkilerle kesinlikle olmaz. En güvenli zayıflama yöntemi, güvenilir aktardan alınan bitkilerle yapılandır. Bizim aktar arkadaşların tamamen doğal ve zararsız bitkisel zayıflama karışımları var. Vatandaşlar zayıflamak için kimyasal hapları değil bitkisel ilaçlarını kullansınlar” dedi.