Etiket: ayasofya

  • Ayasofya’da ilk ezan okundu

    Ayasofya’da ilk ezan okundu

    Danıştay 10. Dairesi, Ayasofya’nın camiden müzeye dönüştürülmesine dair 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal etti. İptal kararının ardından ilk ikindi ezanı okundu.

    https://youtu.be/Csf1FjgHPQ0

  • Ayasofya davasını kazandı: İlk namaza gideceğim

    Ayasofya davasını kazandı: İlk namaza gideceğim

    Bursa’da, Ayasofya Müzesi’nin tekrar camiye dönüştürülmesi için 26 yıldır mücadele veren İsmail Kandemir (75), Danıştay’da açtığı davayı kazandı. Karara çok sevindiğini söyleyen Kandemir, “Cami olduğu zaman Ayasofya’daki ilk namaza gideceğim. Bundan sonraki davamız Yunanistan’daki Fatih Sultan Mehmet’in Vakfını cami olarak açmak” dedi.

    Bursa’da, emekli matematik öğretmeni İsmail Kandemir, İstanbul’daki Ayasofya’nın müzeden camiye dönüştürülmesi için 26 yıldır verdiği mücadeleyi kazandı. Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı’ndan gerekli evrakı alıp, 15 yıl önce mahkemeye sunan Kandemir, Sürekli Vakıflar Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği’ni kurarak, Ayasofya için ilk kez 2005’te Danıştay’da dava açtı. Kandemir, açtığı davada, Ayasofya’nın camiden müzeye çevrilmesine ilişkin 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının iptalini ve yürütmenin durdurulmasını istedi. Ancak o dönemde talep reddedildi. Kandemir, kurduğu resmi dernek çerçevesinde adli süreci sürdürdü.

    MÜZE KARARI İPTAL EDİLDİ

    Kandemir, Sürekli Vakıflar Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği üzerinden, Ayasofya’nın camiden müzeye çevrilmesine ilişkin 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının iptali istemiyle 2016’da yeniden Danıştay’da dava açtı.

    Dernek, kararda bulunan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e ait imzanın sahte olduğunu ileri sürdü. Danıştay 10’uncu Dairesi’nde, geçen hafta 2 Temmuz’da görülen duruşmada, kararın 15 gün içinde açıklanması kararlaştırıldı. Bugün kararını açıklayan Danıştay 10’uncu Dairesi, Ayasofya’yı müze yapan 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal ederek, ibadete açılması önündeki engeli kaldırdı.

    ‘ÇOK SEVİNÇLİYİM, İLK NAMAZA GİDECEĞİM’

    Danıştay’ın Ayasofya’yı müze yapan 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal etmesinden dolayı çok mutlu olduğunu söyleyen Kandemir, “Bu vesileyle Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli’ye, emeği geçen tüm yetkililere teşekkür ederim. İslam adına bu karara çok sevindim. Cami olduğu zaman Ayasofya’daki ilk namaza gideceğim. Umarım Danıştay kararından sonra süreç hızlı ilerler. Caminin faaliyete geçmesi için çalışacağız. Söyleyeceklerim bu kadar. Cumhurbaşkanımız ile beraber çalışacağız” dedi.

    ‘BUNDAN SONRAKİ DAVAMIZ FATİH SULTAN MEHMET VAKFINI CAMİ YAPMAK’

    İsmail Kandemir, bundan sonraki davasının Yunanistan’daki Fatih Sultan Mehmet Vakfı’nı cami olarak açmak olduğunu belirterek “Bundan sonraki davamız Yunanistan’daki Fatih Sultan Mehmet’in Vakfını cami olarak açarak, Atina’da cami statüsünün gelişmesini ve Müslümanların bundan faydalanmasını diliyorum” diye konuştu.

  • Cumhurbaşkanı Ayasofya kararnamesini imzaladı

    Cumhurbaşkanı Ayasofya kararnamesini imzaladı

    Danıştay, Ayasofya’nın camiden müzeye dönüştürülmesine dair 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal etti.

    Karardan kısa bir süre sonra bir kararname yayınladı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan imzalı kararnamede Ayasofya’nın Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilerek ibadete açılmasına yönelik karar alındığı belirtildi.

    Karar, Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.

    MİLLETE SESLENECEK

    Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın karara ilişkin 20.53’te millete sesleniş konuşması yapacağı bildirildi.

    MUSTAFA ŞENTOP’TAN AÇIKLAMA: NE ZAMAN AÇILACAK?

    TBMM Başkanı Mustafa Şentop da konuyla ilgili bir açıklama yaptı. “Ayasofya’nın ibadete açılması tarihi bir olay” diyen Şentop, şunları söyledi:

    “Bu kararla, uzun zamandır milletimizin içinde, kalbinde, gönlündeki bir hasret sona ermiştir. Ayasofya bizim ve birçok kuşağın cami olarak kullanılması için bir hayal olarak yer almıştır. Bu hususta o dönemlerin gençlik liderlerinden Cumhurbaşkanımız büyük gayret gösterdi. Yapının nasıl kullanılacağına dair yetki Türkiye’de. Önümüzdeki hafta içerisinde en geç cumaya kadar bu konuda bir adım atılır.”

  • Ayasofya’da ibadetin yolu açıldı

    Ayasofya’da ibadetin yolu açıldı

    Danıştay 10. Dairesi, Ayasofya’nın camiden müzeye dönüştürülmesine dair 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal etti.

    Sürekli Vakıflar Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği, Ayasofya’nın camiden müzeye dönüştürülmesine yönelik Bakanlar Kurulu kararının iptali istemiyle Danıştay’da dava açtı.

    Davayı duruşmalı inceleyen Daire, 2 Temmuz’daki duruşmada tarafları dinledi.

    Duruşmanın ardından dosyayı inceleyen Danıştay 10. Daire kararını verdi.

    Daire, Ayasofya’nın camiden müzeye dönüştürülmesine dair 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal etti.

    Danıştayın gerekçesinde, Ayasofya’nın Fatih Sultan Mehmet Han Vakfı mülkiyetinde olduğu, cami olarak toplumun hizmetine sunulduğu belirtildi.

    Ayasofya ile ilgili yargısal süreç

    Sürekli Vakıflar Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği, Ayasofya için ilk olarak 2005’te Danıştay’a dava açmıştı. Dernek, 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının iptali ve yürütmenin durdurulmasını istemişti.

    Danıştay 10. Dairesi, 24 Haziran 2005’te söz konusu Bakanlar Kurulu kararının yürütmesini durdurma istemini reddetmişti. Daire 2008’de ise Ayasofya Camisi’nin müze olarak kullanılmasında hukuka aykırılık bulunmadığına işaret ederek, davayı reddetmişti.

    Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, Dairenin bu kararını onamıştı. Dernek, 2016’da tekrar Danıştaya dava açmıştı.

    Derneğin, Anayasa Mahkemesine yaptığı bireysel başvuru hakkında ise 2018’de karar verilmişti. Yüksek Mahkeme, Ayasofya’nın namaz kılınması için ibadete açılması yönündeki talebin reddedilmesi nedeniyle din ve vicdan hürriyetinin ihlal edildiği iddiasıyla yapılan başvuruyu, “incelenmeksizin kişi bakımından yetkisizlik” nedeniyle kabul edilemez bulmuştu.

  • Danıştay’ın Ayasofya kararı bekleniyor

    Danıştay’ın Ayasofya kararı bekleniyor

    Danıştay 10. Dairesi’nin, Ayasofya’nın camiden müzeye dönüştürülmesine dair 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının iptali istemiyle açılan davaya ilişkin kararını açıklaması beklenirken, Ayasofya’nın bulunduğu bölgenin önüne bariyerler konuldu.

    Yerli ve yabancı medya kuruluşlarının yanı sıra vatandaşların da bekleyişine devam ettiği Ayasofya’nın girişinin ve çıkışının olduğu bölge bariyerlerle çevrildi.

    Ayasofya’ya ziyaretçi girişi ise devam ediyor.

  • Kalın’dan ‘Ayasofya’ ve ‘sosyal medya’ açıklaması

    Kalın’dan ‘Ayasofya’ ve ‘sosyal medya’ açıklaması

    Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, sosyal medyayla ilgili düzenleme hazırlığı ve Ayasofya’nın ibadete açılması tartışmalarına ilişkin soruları yanıtladı.

    Sosyal medyanın kapatılması şeklinde bir görüş olmadığını belirten Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, ancak sosyal medyanın düzenlenmesi gerektiğine yönelik bir ittifak oluştuğunu söyledi. Bunun muhalif seslerin susturulması anlamına gelmeyeceğini vurgulayan Kalın, Ayasofya’nın ibadete açılmasının dünya mirası kimliğinden bir şey eksiltmeyeceğini dile getirdi.

    Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kalın’a yöneltilen sorular ve bu sorulara verdiği cevaplar şöyle:

    SORU: Suriye 2011’den beri bir iç savaş içerisinde. Birçok şey yaşandı, birçok dramlar yaşandı ama en son geldiğimiz noktada Türkiye ile Rusya arasında bir mutabakat imzalandı Suriye’nin kuzeyinde… Bu mutabakatlar nasıl gidiyor? Şu an ortak devriyeler devam ediyor, bir sorun var mı?

    CEVAP: Şu anda Sayın Cumhurbaşkanımızın Sayın Putin’le 5 Mart’ta yaptığı İdlib ateşkesi çerçevesinde ortak devriyeler devam ediyor. Ateşkes büyük oranda uygulanıyor fakat zaman zaman rejimin ihlallerinin olduğunu da görüyoruz. Şimdi en son bildiğiniz gibi BM İnsan Hakları Komisyonunun da bir raporu yayınlandı, ‘Rejim İdlib’deki sivillere saldırmak suretiyle savaş suçu işlemiştir’ diye. Bu zaten bizim baştan beri söylediğimiz bir konuydu. Yani sivilleri cezalandırmak suretiyle rejim orada mevzi elde etmeye çalıştı. Bunun için çok acımasızca, hunharca varil bombaları kullandılar, kimyasal silahlar kullandılar ve başka tür toplu mezarlar, toplu öldürmeler yaşandı, büyük bir insanlık dramı yaşandı orada. Sorun bütünü ile çözülmüş değil ama kısmen kontrol altına alınmış durumda. Özellikle İdlib’de kısmi bir sükunetin hakim olduğunu söyleyebiliriz fakat bizim beklentimiz ve çağrımız geçenlerde Sayın Cumhurbaşkanımız, Astana Üçlü Zirvesi’nde de bunu yine dile getirdi, İdlib bölgesinin bir güvenli bölge ilan edilmesi, kelimenin tam manasıyla bir güvenli bölge ilan edilmesi ve bu şekilde muamele görmesi. Aksi halde İdlib’e sıkışmış olan 3-3,5 milyon insanı orada uzun vadede tutmanız mümkün değil. Zaten Suriye’nin başka bölgelerinden kaçıp gelmiş yani yerlerinden edilmiş insanlar oraya sıkışmışlar, ki normalde İdlib’in nüfusu 1 milyon civarındadır, yani şu anda oraya onun 3-3,5 katı insan sıkışmış durumda ve bu insanların gidebileceği başka bir yer yok, sadece Türkiye var. Bu, problemin bir ayağı tabii.

    Öbür tarafta terör örgütünün Suriye’deki uzantısı olan PYD ve YPG’nin terörist faaliyetleri de orada devam ediyor. Biliyorsunuz bazen Afrin’de, bazen Tel Rıfat’ta, bazen Fırat’ın doğusunda ve çeşitli terörist eylemler gerçekleştiriyorlar, sivillere saldırıyorlar. Bunlara tabii bizim müsaade etmemiz mümkün değil. Bunlara karşı mücadelemiz de kararlı bir şekilde devam edecek. Fırat’ın doğusunda da hakimiyeti sağlamak, sükuneti sağlamak için askerlerimiz orada yoğun bir faaliyet gösteriyorlar. Bu çalışmalar da aynen devam edecek herhangi bir fasıla olmadan. Fakat nihai olarak Suriye meselesinin çözümü için Birleşmiş Milletler 2254 sayılı kararı çerçevesinde de bir geçiş hükümetinin kurulması, seçimlerin yapılması ve Suriye’de herkesi temsil eden meşru bir siyasi yapının inşa edilmesi gerekiyor. Bunun Esed rejimi tarafından yapılamayacağı açık bir şekilde ortada.

    SORU: Esed rejimi ile ilgili olarak geçtiğimiz günlerde bir iddia ortaya atıldı Esed’in koltuğu bırakacağı, bir ülkeye sığınacağına dair. Bu iddialarla ilgili görüşünüz nedir?

    CEVAP: Bunlar birer iddia, daha sonra yalanlandı çeşitli başka makamlar tarafından. Rus basınında bu tür şeyler çıktı, sonra onlar ‘böyle bir şey yok’ dediler.

    SORU: Siz yeni bir süreç bekliyor musunuz?

    CEVAP: Suriye’de yapılması gereken, Birleşmiş Milletler 2254 sayılı kararı çerçevesi siyasi sürecin ilerletilmesi, Anayasa Komisyonunun çalışmalarını tamamlaması, ki bir sonraki toplantı ağustos ayında yapılacak, ve oradan çıkacak neticenin herkes tarafından bağlayıcı olması önemli. Anayasa Komisyonu çalışmalarının da yıllarca sürmemesi gerekiyor. Yani bunun bir takviminin olması lazım, bir nihai tarihinin olması lazım. Rejim şu ana kadar Anayasa Komisyonu çalışmalarını sabote etmek için elinden geleni yaptı çünkü oradan çıkacak bağlayıcı bir metnin kendi lehine olmayacağını biliyor veya öyle düşünüyor. Bundan dolayı da Anayasa Komisyonu çalışmaları çok yavaş ilerliyor. Halbuki bu çalışmaların bir an önce tamamlanması ve Suriye’de siyasi süreci ilerletecek bir anayasal zeminin oluşturulması gerekiyor, çatışmaların durdurulması gerekiyor, mültecilerin tabii ki güvenli, onurlu bir şekilde evlerine dönmesi gerekiyor. Dolayısıyla Suriye meselesinin aslında bütün ana başlıkları olduğu gibi duruyor yani salgından dolayı bir 3-4 ay dikkatler başka yerlere yöneldi ama Suriye meselesinde temel konular maalesef çözümsüz bir şekilde durmaya devam ediyor.

    SORU: İsrail- Filistin meselesi… Burada Netanyahu’nun, büyük bir iştahla Batı Şeria’nın bir kısmının ilhak edilmesiyle ilgili bir planı var. Buna zaten Trump ön ayak olmuştu, o yol açmıştı. Bu ilhak, iki devletli çözümü yok edebilecek bir noktaya doğru gidiyor çünkü Filistin tarafının da çok keskin bir duruş sergilediğini görüyoruz. İlhak planı ile ilgili Türkiye’nin duruşu nedir? Bununla bağlantılı olarak daha önce Kudüs’ün başkent olarak tanınması konusunda Türkiye çok önemli bir hamle yapmıştı, İstanbul’da İslam İşbirliği Teşkilatı üyelerini toplamıştınız. Daha sonra BM’de Kudüs’ün tek taraflı başkent ilan edilmesinin bir anlam ifade etmeyeceğine yönelik bir karar çıkartmıştınız. Yeni dönemde bu ilhaka karşı Türkiye’nin herhangi bir planı var mı yoksa mevcut planları mı destekleyeceksiniz?

    CEVAP: Öncelikle İsrail’in bu ilhak planı gayrimeşrudur, hukuka aykırıdır, yeni bir işgal ve gasp hareketidir. Bunu kesin bir şekilde reddediyoruz ve bütün uluslararası toplumu da bu ilhak planını reddetmeye davet ediyoruz. Nasıl Kudüs konusunda uluslararası toplum büyük bir birlik ve dayanışma gösterdiyse aynı dayanışmanın şimdi bu ilhak planına karşı da gösterilmesi gerekiyor. Başta Arap ülkeleri ve Arap Ligi olmak üzere İslam İşbirliği Teşkilatı, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Ortadoğu Dörtlüsü ve diğer ilgili bütün kurumların bu konuda çok açık ve net bir tutum sergilemesi gerekiyor. Çünkü işgal ve ilhak politikaları bugüne kadar Filistin meselesini daha içinden çıkılmaz hale getirdi, her tür barış, iki devletli çözüm, siyasi istikrar, toplumsal huzur imkanlarını ortadan kaldırdı. Bu ilhak planı bu krizi daha da derinleştirir. Zaten Netanyahu iki devletli çözüme inanmadığını baştan beri ifade eden bir siyasetçi. Hatta İsrail siyaseti içinde Likud’un ana çizgisi haline getirmiş durumda bunu. Şimdi buna öncelikle iki devletli çözüme inandığını söyleyen Amerika Birleşik Devletleri’ndeki çeşitli çevrelerin, kongre üyelerinin, çeşitli Musevi topluluklarının gür bir sesle itiraz etmesi gerekiyor. Vatikan’ın karşı çıkması gerekiyor. O topraklar aynı zamanda orada yaşayan Hristiyanları da ilgilendiriyor, Vatikan’ı da ilgilendiriyor, Arap ülkelerini doğrudan ilgilendiriyor, onların daha fazla ses çıkartması gerekiyor.

    Türkiye olarak bu konuda Cumhurbaşkanımızın pek çok Arap lideri ile Batılı liderle telefon görüşmeleri oldu ilk bu karar açıklandığı zaman. Cumhurbaşkanımız bunu net bir şekilde reddettiğimizi Sayın Trump’a da Sayın Putin’e de Mahmud Abbas’a da Ürdün Kralı’na da ve görüştüğü birçok lidere, Sayın Merkel’e ve diğerlerine açık ve net bir şekilde ifade etti. Bu konudaki tavrımız bizim son derece net. Bu yeni bir gasp ve işgal politikasıdır, hamlesidir, oyunudur, bu oyuna hiç kimsenin gelmemesi gerekiyor.

    Tabii İsrail’i durduracak olan şey uluslararası toplumun, Birleşmiş Milletler’in, Ortadoğu Dörtlüsünün, Avrupa Birliği’nin daha etkin, daha dirayetli, daha güçlü bir şekilde tavır almasıdır. Yani bu hukuksuzluğu, bu kanunsuzluğu, hatta bu haydutluğu göz ardı edersek yarın Orta Doğu’da başka felaketlerin kapısını aralamış oluruz. Bugüne kadar İsrail’in 1947’den beri Filistin topraklarını nasıl adım adım, parça parça, santim santim, metre metre işgal ettiğini, gasbettiğini gördük. Cumhurbaşkanımız Birleşmiş Milletler’de bir harita göstermişti biliyorsunuz, 47’den bugüne kadar Filistin topraklarının nasıl yok edildiğini, İsrail tarafından işgal edildiğini… O harita hala yerinde duruyor. Maalesef eğer bu ilhak politikası uygulanırsa, ilhak kararı uygulanırsa bir beşinci harita daha gelecek onların yanına, 4 harita vardı ve 5’inci haritada adeta artık Filistin ortadan kalkacak. Dolayısıyla buna müsaade edemeyiz Orta Doğu’nun barışı için, huzuru için… İsrail burada aynı Kudüs’te olduğu gibi yine ateşle oynuyor, tahrik edici, yıkıcı bir politikanın peşinde. Bundan derhal vazgeçmesi gerekiyor. İsrail üzerinde etkisi olan, yetkisi olan bütün ülkelerin de başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere bu konuda açık ve net bir tavır alması gerekiyor.

    SORU: Siz Arap dünyasının tavrını yeterli görüyor musunuz?

    CEVAP: Yeterli görmüyorum, özellikle Arap Ligi’nin tavrını yetersiz görüyorum, İslam İşbirliği Teşkilatı içerisinde bu konuda çok net tavır sergileyen ülkeler var ama onun tavrının da yeterli olduğunu söyleyemeyiz. Daha fazla ses çıkartılması gerekiyor. Özellikle Arap Birliği’nin, yani ikide bir Türkiye aleyhine kararlar çıkartmak yerine öncelikle bu meseleler üzerine odaklanması gerekiyor.

    SORU: Türkiye’nin dış politikası, özellikle bölgesel politikalarına baktığımızda son dönemde son derece proaktif bir politika güttüğünüzü görüyoruz bölgede. Yani Libya’dan Yemen’e kadar, Suriye’ye, Mısır’a kadar bölge politikalarınız oldukça etkili ve hemen hemen her noktada Türkiye’nin bir varlığını görüyoruz. Balkanlarda zaten tarihsel bir etkimiz var. Şimdi bu politikaları değerlendirdiğimizde, ben özellikle Arap dünyasını yakından takip ettiğim için biliyorum, bunu bazı Arap liderler de siz de biliyorsunuz gündeme getiriyorlar, Türkiye’nin dış politikasının özellikle bölgesel politikasının İhvan ve Neo Osmanlıcılık üzerine tesis edildiği ve merkezinin bu olduğuna dair bir söylem tutturuyorlar. Bizim böyle mi gerçekten politikamız. Türkiye’nin bölgesel politikalarının temel kriterleri nedir? Biz İhvan üzerine mi gidiyoruz, Neo Osmanlıcılık mı bizim hedefimiz, yeni bir Osmanlı etkisi mi oluşturmaya çalışıyoruz, nedir bizim dış politika kriterlerimiz?

    CEVAP: Bunlar Türkiye’nin aktif dış politikasını gölgelemek amacıyla ortaya atılmış birtakım asılsız iddialardan ibarettir. Somut olarak bunun hiçbir yerde bir örneğini gösteremezler. Türkiye Mısır’da Hüsnü Mübarek devrildikten sonra orada kim meşru olarak devletin başında idiyse onunla iş tutmuştur, Tunus’ta seçimle kim iş başına gelmişse onlarla iş tutmuştur, Libya’da siyasi istikrarı sağlamak için hiçbir siyasi taraf arasında ‘Bu İhvancıdır, bu batıcıdır, bu milliyetçidir’ gibi ayrımlar yapmadan meşru olan aktörlerin tamamı ile çalışma gayreti içerisinde olmuştur. Aynı örneği Körfez ülkeleri için verebiliriz, Irak için verebiliriz ve başka ülkeler için verebiliriz. Suriye’de savaş başladığında Türkiye, tırnak içinde, yani Müslüman Kardeşleri mi destekledi? Suriye halkını destekledi orada. Esed rejimi hiçbir ayrım yapmadan Sünnisi ile Kürt’üyle Arap’ıyla Türkmen’i ile karşı çıkan kim varsa onlara saldırdı ve Türkiye de o zulme uğrayan herkese kapılarını açtı, herhangi bir ayrım yapmadı. Fakat son dönemde özellikle uluslararası liberal söylemin bir öcü haline getirdiği işte İslam, İslamcılık, İslami hareketler, İslami partiler, Müslüman Kardeşler gibi söylemler elverişli bir enstrüman olarak her yerde kullanılıyor.

    Mesela bunun son örneğini John Bolton’ın yazdığı kitapta da gördük. Yani bizim kendisi ile yaptığımız pek çok görüşmede buradaki görüşmelerde, Washington’daki, New York’taki görüşmelerde, telefon konuşmalarımızda bir defa bile bu konuları gündeme getirmeyen Bolton, gidip bu kitabı yazdığında Sayın Cumhurbaşkanımıza ‘O radikal bir İslamcıdır’ gibi bir iftira atıyor. Bunu niye yapıyor, gerçek olduğu için değil, bu elverişli bir enstrüman olduğu için, çok işe yarar bir argüman olduğu için. ‘Bunu dediğinizde artık başka bir şey söylemenize gerek kalmaz’ varsayımı ile hareket edildiği için.

    SORU: Peki bu tür söylemler neden kullanılıyor? Ne istiyor Türkiye, bölge ülkeleri için sizin gelecek tasavvurunuz nedir, neden bu kadar proaktifsiniz bölgede?

    CEVAP: Kendi halkına zulüm etmeyen bir rejimle Türkiye’nin bir sorunu olmaz ama bir rejim kalkıp kendi halkını bombalıyorsa, kimyasal silahlar kullanıyorsa o rejimin kimliği, etnik mezhebi, siyasi kimliği ne olursa olsun Türkiye buna karşı durur, bu da en temel insani, ahlaki ve siyasi görevimizdir bizim. Bölgede biz, bakın şöyle söyleyeyim, İslam dünyası aslında fakir bir dünya olmak zorunda değil. Dünyanın doğal zenginliklerinin çok önemli bir kısmı özellikle Orta Doğu coğrafyasında yer alıyor. Fakat güçlü bir liderlik, akıllı ve basiretli bir siyasi vizyon, birlik ve beraberlik olmadığı için İslam dünyasında savaşlar, çatışmalar, krizler, zayıf devletler, kötü yönetimler almış başını gitmiş durumda. Biz nasıl bir zamanlar bütün İslam dünyası bütün dünyaya ışık tutan bir kültür medeniyet havzası idiyse yani Bağdat’ından Basra’sına, Semerkand’ından İskenderiye’sine, Kahire’sinden Bosna’sına kadar hepsini katarak söylüyorum, 21’inci yüzyılda da İslam dünyasının bu vasıflarını yeniden kuşanmasının mümkün olduğuna inanıyoruz. İlimde, kültürde, sanatta, eğitimde, bilimde, teknolojide, altyapıda, dış politikada, güvenlikte ve diğer bütün alanlarda İslam ülkeleri çok daha iyi bir noktada bulunabilirler. Buralardaki barış, dünya barışına ve huzuruna katkı sağlar, buradaki çatışmalar üzerinden kendi milli menfaatlerini ilerletmeye çalışanlar, eninde sonunda bütün dünyayı ateşe verdiklerinin farkında değiller. Yani güvenliğin bu kadar iç içe geçtiği bir dünyada, ben hep şunu söylüyorum; hepimiz güvende olmadan hiçbirimiz güvende değiliz. Bencil bir şekilde ben sadece kendi güvenliğimi düşündüğümde, başkalarının güvenliğini tehlikeye attığımda nihai olarak kendi güvenliğimi de tehlikeye atmış olurum. Yani kendimiz için istediğimizi başkası için de istemiyorsak zaten samimi, tutarlı, dürüst bir dış politika izleyemezsiniz.

    Biz nasıl Türkiye için kalkınmayı, adaleti, adil paylaşımı, güvenliği, huzuru istiyorsak, komşu ülkeler ve bölge ülkeleri için de aynı şeyi istiyoruz. Dolayısıyla bizim başkasının toprağında gözümüz yok, başkasının iç işlerine karışmak gibi bir niyetimiz yok. Ama başka ülkelerden beklentimiz de Türkiye’nin iç işlerine karışmasınlar, Türkiye’nin içini karıştırmak için birtakım çocukça planların içerisine girmesinler. Bazı Körfez ülkelerinin Türkiye aleyhine yaptığı kara propaganda faaliyetlerinin inanın halk nezdinde hiçbir karşılığı yok, tam tersine halkı onlardan daha fazla uzaklaştıran bir tutum içerisinde olduklarını artık onların da görmesi gerekiyor.

    SORU: Adil paylaşım konusuna değindiniz. Sayın Cumhurbaşkanı geçtiğimiz günlerde Kovid-19’dan sonra dünyada artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söyledi, doğrusu bunu bazı çevrelerden de duyuyoruz. Yani ne değişecek gerçekten, bize ne öğretti Kovid-19? Yoksul ülkeler, geri kalmış ülkeler, zengin ülkeler arasındaki uçurumu daha çok net bir şekilde görmüş olduk. Aslında herkesi eşitleyen bir süreçle karşı karşıya kaldı insanlık. Siz nasıl bir perspektif görüyorsunuz gelecekle ilgili, Kovid-19 bize nasıl yeni bir dünya sunmuş olacak?

    CEVAP: Öncelikle Kovid-19, mevcut dünya düzeninin ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha ortaya çıkarttı. Tarihte yakın dönemde birçok savaşlar yaşandı, bölgesel savaşlar, başka şeyler, ama herhalde küreselleşmenin bir gerçek haline geldiği bu geçtiğimiz 30-40 yıl içerisinde ilk defa herkesin aynı anda aynı şeyi yaşadığı bir dönemden geçtik. Küresel bir an yaşadık, hala da yaşamaya devam ediyoruz. Japonya’sından Amerika’sına, İtalya’sından Türkiye’sine, Almanya’sından Irak’ına kadar hepimiz bu aynı anı aynı anda yaşadık, bu çok nadir görülen bir şeydir. Üçüncü olarak da küresel sistemin testinin pozitif çıktığını gördük. Aslında küresel sistemin kendisi bu virüse yakalandı, bu kadar etkisiz olması, bu virüs karşısında çözüm üretememesi, bu kadar insanın ölmesi, virüsün bu kadar hızlı yayılması, ekonominin durması ve bundan sonra toparlamaya ilişkin projeksiyonların da uzun vadeli olması bu sistemin ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor.

    ‘Küresel liberal düzen’ deniyor, ben hep ona şey diyorum; ya bu düzen ne küresel ne liberal ne de aslında bir düzen. Yani küresel değil çünkü tek taraflı, hakimin, güçlü olanın sözünün geçtiği bir düzen. Liberal falan değil. Yani liberal diye paketlenen birtakım değerler yahut söylemler var, yani serbest piyasa şartları, ekonomisi vesaire deniyor ama kapitalizmin her zaman tekelciliğe doğru evrilmek istediğini herkes bilir, iktisat okuyan herkes bunu bilir. Kapitalist, tekel olmak ister, serbest, adil piyasa şartları içerisinde rekabet etmek falan istemez. Nitekim bunun için de antitröst yasaları çıkmıştır. Şirketler büyümüştür, büyümüştür devasa yapılar haline gelmiştir. Bunlar artık devletin bile kontrol edemediği büyüklüğe ulaştığında devlet buralara müdahale etmiştir, ‘Hayır, bu artık tüketici hakkını da kişi haklarını da ortadan kaldıran bir yapıya dönüşüyor’ diye. Dolayısıyla böyle bir liberal düzenden de bahsetmiyoruz, düzen de değil. Düzen üretmiyor tam tersine bir düzensizlik, kaos, adaletsizlik üretmeye devam ediyor.

    Şimdi bütün bu gerçekler ışığında önümüze yeni birtakım fırsatlar da çıktı. Türkiye bu süreci en iyi yöneten ülkelerden birisi oldu hem vaka sayısı itibarıyla hem ölümler itibarıyla… Sağlık altyapımızın güçlü olmasının getirdiği avantajları bu dönemde gördük. Sayın Cumhurbaşkanımızın ‘Bunlar benim hayalimdir’ dediği şehir hastanelerinin bu süreçte ne kadar kritik bir rol oynadığını hep birlikte gördük. Sağlık çalışanlarımızın, 1 milyon 100 bin civarındaki sağlık ordumuzun ne kadar özveriyle çalıştığını gördük. Ama şimdi bundan sonra yapılacak çok önemli şeyler de var. Mesela biyogüvenlik konusu artık Türkiye’nin milli güvenliğinin önemli başlıklarından biri haline gelmiştir, siber güvenlik yine ulusal güvenliğimizin önemli başlıklarından birisi haline gelmiştir. Bu konularda çok önemli çalışmalar yapılıyor, bunlar daha da artacak. Sayın Cumhurbaşkanımız bu konuda gerekli talimatları da verdi, ilgili birimlerimiz bu konularda çalışmalarına da başladılar. İleriye dönük olarak Türkiye özellikle tedarik zincirini muhafaza etmek suretiyle hem kendi içindeki yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına hem de bölgedeki insanlara yardım ulaştırarak bünyesinin ne kadar sağlam olduğunu gösterdi ama bunu daha da fazla güçlendirmek için adımlar atmaya devam edeceğiz. Ben bu süreçten Türkiye’nin hızlı bir şekilde çıkacağına inanıyorum ve diğer dünya ekonomileri toparlamaya çalışırken Türkiye’nin çok hızlı bir şekilde yol alacağını düşünüyorum. Bunlar tabii bize birtakım fırsatlar getiriyor. Bu temel altyapı yatırımları konusunda, stratejik önemi olan alanlarda aldığımız mesafe noktasında ileriye dönük daha pozitif, daha aydınlık, daha umut verici bir tablonun olduğunu söyleyebilirim.

    SORU: Şimdi Türkiye sosyal medyayı artık dünyada en çok kullanan ülkelerden bir tanesi. Ama sosyal medyanın Türkiye’de maalesef daha çok son dönemlerde kadına yönelik şiddet, hakaret, yalan, küfür ve benzeri kötü amaçlar için kullanıldığını gördük. Bir sosyal medya düzenlemesi gerektiğini görüyoruz. Bu konuda Sayın Cumhurbaşkanı bir talimat verdi bir çalışma yapılıyor bu düzenlemenin içeriğiyle ilgili bize neler söyleyebilirsiniz? Sosyal medyayı Türkiye’de kapatacak mısınız? Çünkü o tür bir algı da var, hükümetinizin sosyal medyayı Türkiye’de yasaklayacağına dair şeyler de konuşuluyor. Böyle bir planınız mı var yoksa bu düzenleme neyi kapsayacak?

    CEVAP: Sosyal medyanın kapatılması diye bir plan, bir görüş yok ama sosyal medyanın düzenlenmesi gerektiği konusunda artık bir konsensüs oluştu, bir ittifak oluştu. Neden? Ben gerçek hayatta size hakaret ediyorsam, küfür ediyorsam, iftira ediyorsam, kişilik haklarınızı ihlal ediyorsam, mahrem bilgilerinizi ortaya çıkartıyorsam yahut terör propagandası yapıyorsam, bu nasıl gerçek hayatta suçsa sanal dünyada da suç olmak durumundadır. Yani analogda suç olan dijitalde de suçtur, temel ilke budur. Fakat internet dünyası çok hızlı geliştiği ve regüle edilmesi çok zor bir alan olduğu için bununla ilgili uluslararası bir müktesebat da oluşmuş değil. Farklı ülkelerin bu konuda farklı uygulamaları var. Mesela Almanya örneğine baktığınızda bu konuda en sıkı tedbirleri almaya çalışan, hukuki anlamda çalışma yapan ülkelerden birisi olarak onların geçtiğimiz özellikle 4-5 yıl içerisinde birçok yasa girişimi oldu, bunların bir kısmını birkaç aşamada uyguladılar ve hep bu ilkeden hareket ettiler, gerçek hayatta suç olan sanal dünyada da suçtur. Peki bunu nasıl regüle edeceksiniz, nasıl takip edeceksiniz? Birisi sosyal medyayı kötü amaçlarla kullandığında, kişilik haklarını ihlal ettiğinde, suç teşkil eden bir eylemde bulunduğunda ne yapacaksınız? Sizin gidip bu şirketlere, yani platformları yöneten şirketlere başvurmaktan başka şansınız yok. Mahkeme kararı bile çıkartsanız onu uygulayacak olan bu şirkettir, o platformdur, o sosyal medya mecralarıdır. Dolayısıyla burada şirketlere büyük bir sorumluluk düşüyor. Hatırlayın Amerika’da bile işte Facebook’la ilgili birçok konular gündeme geldi. ‘Seçim döneminde bilgileri alıp bunları bir tarafın lehine kullandırttınız mı?’ Çok ciddi bir suçlama, çok ciddi bir iddia bu, değil mi? Başka birçok alanda benzer uygulamalar, benzer davalar açıldı. Bunlarla ilgili büyük cezalar verildi. Neden yapılıyor bu? Çünkü kişi haklarını ihlal eden, suç teşkil eden bir eylem o mecra üzerinden gerçekleştiriliyorsa suçu işleyen kişi kadar tedbir almıyorsa mecranın sahibi de sorumludur. Temel ilke bu. Dolayısıyla bu tasarı tabii ki meclisin uhdesinde, çalışılıyor. Cumhurbaşkanımız bir çağrı yaptı bununla ilgili, hem Cumhurbaşkanı hem de AK Parti’nin Genel Başkanı olarak tabii. Kendi grubuna da bir çağrı yaptı, Meclis’e de bir çağrı yaptı: “Gelin bununla ilgili bir düzenleme yapalım. Sosyal mecra kişilik haklarının ihlal edildiği, terör propagandasının yapıldığı, yalanın, iftiranın kol gezdiği bir yer olmaktan çıksın. İnsanların medeni, erdemli, doğru bilgiye dayanan iletişim yapabileceği bir mecra olarak kullanılsın.”

    SORU: Muhalif seslerin susturulması gibi bir…

    CEVAP: Hayır böyle bir şey değil. Yani gerçek hayatta da muhalif sesler var, muhalefet çıkıyor muhalefetini yapıyor. Sanal dünyada da olabilir ama bunu yalana başvurmadan, iftiraya başvurmadan, terör propagandası yapmadan gerçekleştirmek esastır. Dolayısıyla burada bu düzenlemenin iki önemli ayağı var, sosyal medyanın diyeyim iki tane önemli ayağı var. Bir tanesi içeriklerle ilgili konu. Şimdi birisi işte bir yalan, iftira veya benzeri bir şey ortaya attığında içerikle ilgili bir sorun ortaya çıkıyor. Sizin kişisel, kişi haklarınıza bir saldırı var, siz bunu kaldırılmasını istiyorsunuz. Çünkü herkes görüyor bunu. Siz ne yapıyorsunuz? O şirkete başvuruyorsunuz, netice almanız ne kadar sürer, alır mısınız, alamaz mısınız belirsiz. Mahkemeye gidiyorsunuz, mahkemeden karar alıyorsunuz, bu içeriğin kaldırılmasını talep ediyorsunuz. O dahi herhangi bir muhatap olmayınca uygulanması mümkün olmayan bir karar olarak kalıyor. Sonra mağdur olan yüz binlerce insan var. Bir muhatap bulamıyorlar. Dolayısıyla o şirketlerin mutlaka faaliyet gösterdikleri ülkelerde bir ofis açması, yani bir muhatap olması gerekiyor. Şu ana kadar bu şirketler, bir, iki tanesi hariç ofis açmayı reddettiler Türkiye’de. Bu da bizi meselenin ikinci boyutuna getiriyor. O da ticari kısmı. Vergi ödemiyorlar. Bunlar son tahlilde ticari birer kuruluş. Bizim girip kullandığımız sosyal paylaşım mecraları birer ticari kuruluş. Para kazanıyorlar ama vergi ödemiyorlar. Şimdi aynı gerçek dünyada olduğu gibi siz bir malın vergisini kaçırdığınızda nasıl bunun bir müeyyidesi varsa sanal alemde de kazandığınız paranın vergisini ödemiyorsanız bu bir suçtur. Bundan dolayı da bu şirketler yıllarca, ben kendim bile görüştüm bunların birçok kurum başkanlarıyla heyetleriyle geçtiğimiz yıllarda, ‘Gelin burada ofis açın, temsilcilik açın, verginizi ödeyin, bu içerikle ilgili konularda da bir muhatap oluşsun ve bu sorunları hukuki olarak şeffaf bir şekilde çözmenin yollarını arayalım.’ Ama bugüne kadar bunu reddettiler. Şimdi yeni düzenlemeyle bu iki ayağı, yani ticari kısmıyla kişilik haklarının korunmasını hedefleyen içerikle ilgili düzenlemeleri ihtiva edecek bir yasa tasarısı hazırlanıyor diye biliyorum. Nihai olarak tabii ki bu Meclisin uhdesinde. Böyle bir düzenlemenin herkesin faydasına olacağını düşünüyorum. Muhalif seslerin susturulması, oradaki renkliliğin ortadan kaldırılması, kişilerin görüşlerini ifade edememesi gibi bir şey söz konusu değil. Orada meşru kurallar çerçevesinde insanlar fikirlerini, görüşlerini özgürce ifade edebilirler. Bunun önünde herhangi bir engel söz konusu değil. Ama dediğim gibi suç teşkil eden, kişilik haklarını ihlal eden, mahremiyeti ortadan kaldıran, terör propagandası yapan, doğrudan suça teşvik eden paylaşımlar, propagandalar yapıldığı zaman bunlara karşı da tedbir alınmasından daha doğal bir şey olamaz.

    SORU: Siz hükümet olarak aslında Türkiye’de sosyal medyayı destekliyor musunuz? Yani bu anlamıyla bir sosyal medyayı destekliyor musunuz?

    CEVAP: Bir iletişim mecrası olarak elbette göz ardı edemeyeceğimiz bir gerçekliktir sosyal medya, hepimizin kullandığı, faydalandığı… Ama zannediyorum özellikle son dönemde sosyal medyada çirkinleşen üslup, tarz, dil, paylaşımlar herkesi rahatsız ediyor. Ama şunu da söyleyeyim, bu meseleyi sadece kanun çıkartarak da çözemeyiz. Bir toplumsal bilinçlenmenin de olması gerekiyor. Toplum olarak bizim bu tür suç teşkil eden, yüz kızartıcı, ahlak kurallarına aykırı, kişi haklarını ve mahremiyetini ortadan kaldıran hesaplara, paylaşımlara karşı ortak bir tavır içerisinde olmamız gerekiyor. Kanunlara başvurmadan önce müeyyideye başvurmadan önce vicdani müeyyidenin devreye girmesi gerekiyor. Herkesin o kişileri, o paylaşımları ayıplaması gerekiyor. Bu mecradan çıkartması gerekiyor. Bu bir kadına dönük saldırı olabilir, bu bir çocuk istismarı olabilir, cinsellikle ilgili bir suç olabilir, başka bir şey olabilir. Bu konuda vicdani kontrol ve düzenlemenin en az kanuni düzenleme kadar önemli olduğunu akıldan çıkarmamız gerekiyor.

    SORU: Aslında kendi Türk toplumsal yapımız, geleneklerimiz, kültürümüze baktığımızda sosyal medyanın buna hiç uygun olmadığını görüyoruz. Yani insanlar bir kadına hakaret edebiliyor, küfredebiliyor, onun kadınlığına, ailesine hakaret edebiliyorlar. Bu normalde toplumumuzun dinamiklerinde olan bir şey değil. Biraz sosyal medyanın da insanları, toplumları değiştirdiğini, bozduğunu görüyorum. Bilmiyorum, katılıyor musunuz?

    CEVAP: Sosyal medya insanların sahte kimlikler, sahte maskeler arkasından konuşmasına imkan sağlayan bir mecra. Bundan cesaret alan bazı kişilerin bu mecrayı kirlettiğini maalesef gördük, görüyoruz. Belki benim ‘Vicdani müeyyide, vicdani kontrol, vicdani düzenleme’ dediğim şey biraz bununla ilgili. Ne söylüyorsanız dürüstçe, ahlaklı bir şekilde, seviyeli bir şekilde söyleyin. Birtakım sahte kimliklerin, bot hesapların, sahte hesapların arkasına sığınarak değil, kimseniz, ne iseniz o şekilde çıkıp söyleyeceğiniz sözü söyleyin. Bu cesareti olmayanlar da bu mecrayı kirletmesinler.

    SORU: Efendim son sorumuz Ayasofya ile ilgili. Malum Ayasofya ile ilgili şu an Danıştayda bir süreç var. Ancak tabii bir taraftan Amerika Birleşik Devletleri’nden bir açıklama geldi, bir taraftan Yunanistan’dan Ayasofya ile ilgili açıklama geldi. Siz bu açıklamaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Önümüzdeki günlerde biz ne göreceğiz Ayasofya ile ilgili?

    CEVAP: Şimdi Ayasofya’nın camiye çevrilmesi meselesi uzun yıllardır gündemimizde olan, toplumsal talebi ve karşılığı olan bir mesele. Bunu “Camiye çevrilirse Ayasofya’nın dünya mirası kimliği ortadan kalkar” şeklinde eleştirenler var. Bahsettiğiniz ülkelerin bir kısmı bu yönde eleştiriler ya da açıklamalar yaptılar. Fakat bu bize hiç de öyle görünmüyor. Bizim bütün selatin camilerimiz, İstanbul’da örneğin Sultanahmet Camisi olsun, Fatih Camisi olsun, Süleymaniye olsun, diğer camilerimiz olsun, hem ibadete hem ziyarete açık mekanlardır. Turistler de giderler, belli saatlerde belli kurallar çerçevesinde buraları ziyaret edebilirler. Yabancıların yahut yerli turistlerin bu tür mekanları ziyaret etmesi için illa buraların müze olması gerekmiyor. Notre Dame örneği de var mesela Paris’te. Hem kilisedir hem müzedir. Ayin zamanı insanlar giderler orada ayin yaparlar Hristiyanlar. Normal zamanda da turistler giderler ziyaret ederler. Sacre Coeur Kilisesi vardır yine Paris’te. Bunun önünde bir engel yok. Ayasofya’nın da ibadete açılması yerli yahut yabancı turistlerin orayı ziyaret etmesine mani değil. Dolayısıyla dünya mirasından bir şey kaybetmesi söz konusu değil. Buranın tarihi tabii kilise olarak başlamış, cami olarak devam etmiş, sonra da müze olarak devam etmiş. Bu üç kimlik, Ayasofya’nın 3 hayatı içinde herhalde onun asli kimliğine en uzak olan müze statüsü. Yani bir mabet olarak kurulmuş, daha sonra camiye çevrilmiş ve 500 yıldan fazla bu şekilde devam etmiş. Cumhuriyetin ilk yıllarında da biliyorsunuz Ayasofya bir cami olarak, yani 34’e kadar, 23’ten 34’e kadar, hatta 20’yi esas alırsanız Meclisin kuruluşundan, zaten cami olarak faaliyet göstermiş. Dolayısıyla buranın ibadete açılması Ayasofya’nın tarihi dünya mirası kimliğinden bir şey eksiltmez. Daha fazla insan oraya gidebilir, ziyaret edebilir. Nasıl atalarımız oradaki Hristiyan ikonalarını muhafaza ettiyse bundan sonra da onlar muhafaza edilir. Ziyaretçilerin gene ziyaretine açılır. Bununla ilgili çalışmalar yapılır. Bunlar birbirini nakzeden durumlar değil.

    SORU: Peki ama mesela şimdi Avrupa’dan bakış olarak değerlendirdiğinizde ise aslı kilise olan bir yerin tekrardan camiye çevrilmesi, Türk hükümetinin dinlere karşı müsamaha göstermemesi gibi bir algı oluşturuyor. Sizin diğer dinlere karşı, oysa mesela hükümetinizin, biliyoruz işte Akdamar kilisesinin açılması, Sümela Manastırının yeniden faaliyete geçirilmesi konusunda (İbrahim Kalın araya giriyor – İstanbul’da Demir Kilise’nin açılması) çalışmalarınız var. Bu noktada gelecek olan eleştirileri Türkiye kaldırabilecek mi?

    CEVAP: Geçen Cumhurbaşkanımız bir önemli beyanatta bulundu bu konuyla ilgili, ‘Belki vatandaşlarımız bilmeyebilir ama bugün Türkiye’de 400’den fazla kilise ve havra aktif olarak faaliyet gösteriyor.’ dedi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yahut milletinin, toplumun gayrimüslim azınlıklara dönük böyle bir baskıcı, yok sayıcı, inkar edici bir tavrı olsaydı herhalde küçük ama canlı bir gayrimüslim cemaatimiz Hristiyan ve Yahudi cemaatimiz olmazdı bugün Türkiye’de. O kadar kilise, havra faaliyet gösteriyorsa bunu hem devlet böyle kabul ettiği hem toplumuz barışçıl bir şekilde böyle kabul ettiği içindir. Onlar da bizim toplumumuzun bir parçasıdır. Bu toplumdan yüzlerce yıldır parçası olmuş insanlardır. Biz onlarla birlikte yaşıyoruz İstanbul’unda da Mardin’inde de birlikte yaşamaya da devam edeceğiz. Bizim başkalarının tavassutuna, müdahalesine ihtiyacımız yok. Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin Hristiyan vatandaşıyla da Musevi vatandaşıyla da eşit vatandaş olarak konuşurum, meselelerimizi ele alırım, ihtiyaçları varsa bunların karşılanması için elimizden geleni yaparız. Başkalarının aracılığına bizim ihtiyacımız yok. Cumhurbaşkanımız bu konuda son yıllarda en büyük vizyoner liderliği ortaya koymuş bir liderdir. Bunu bana değil Hıristiyan ve Musevi cemaatinin temsilcilerine sorun, onlar size anlatacaktır. Yani bu cemaatlerin dini ihtiyaçlarının karşılanması, mabetlerin açılması, korunması, dini meclislerinin yani Saint Sinot’ta ve diğer din adamı ihtiyaçlarının karşılanması noktasında vatandaşlık verilmesi, geçmişe dair müsadere edilmiş, yani el konulmuş taşınmazlarının iade edilmesi ve diğer bütün konularda herhalde Türkiye’nin son 10-15 yılda aldığı mesafe gerçekten gurur verici bir tablodur. Dini çoğulculuğa, barış ve istikrara katkı sağlayan adımlar atılmıştır, tarihi nitelikte adımlar atılmıştır. Ve baktığınız zaman bu konularda bizim gayrimüslim cemaatimizin hem devletin politikalarından hem uygulamalardan memnun olduğunu ama dışarıdan bu tür müdahalelerden de namemnun olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.

  • “Ayasofya’nın ibadete açılmasını ümit ediyoruz”

    “Ayasofya’nın ibadete açılmasını ümit ediyoruz”

    AK Parti Genel Başkan Vekili Numan Kurtulmuş, Ayasofya’nın ibadete açılması tartışmalarıyla ilgili, “Yargıda devam eden süreç var. Temennimiz, yargının bu konuda müspet bir karar vereceği. Yani eski, bunun müze haline getirilmesini sağlayan Bakanlar Kurulu kararının uygun olmadığı şeklinde karar vereceği, bunun da otomatik sonucu olarak Ayasofya’nın ibadete açılacağını bekliyoruz, böyle ümit ediyoruz” dedi.

    AK Parti’li Numan Kurtulmuş, DHA’ya gündeme dair değerlendirmelerde bulundu. Kurtulmuş, Türkiye’nin koronavirüs pandemisine karşı ciddi mücadele verdiğini belirterek, “En sıkıntılı zamanımızda hem salgına karşı tedbirimizi alarak, bütün dünyadaki insanların Türkiye yardımına koşarak pandemiye karşı ciddi bir mücadele vermekte; ama aynı zamanda da Libya başta olmak üzere uluslararası alanda hakkını koruyacak adımlar atmakta. Türkiye tarihi karar vermiştir. İleride bunu çok daha iyi anlayacağız. Bölgenin tarihini yazanlar, Türk tarihini yazanlar Doğu Akdeniz’in tarihini yazanlar, Erdoğan hükümetinin almış olduğu bu kararın ne kadar önemli bir adım olduğunu görmüş olacaklardır” diye konuştu.

    ‘BAROLAR ZATEN SİYASALLAŞMIŞ VAZİYETTE’

    TBMM Adalet Komisyonu’ndan geçen, barolarla ilgili düzenlemeleri içeren kanun teklifine dair CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun ‘Bölücülük projesidir’ açıklamasına ilişkin Kurtulmuş, şöyle konuştu:

    “Kılıdaroğlu’nun açıklaması yersiz ve anlamsız bir açıklamadır. Baroda, tek baro olunca Türkiye’nin birliği, bütünlüğü korunuyor da Ankara’da 2 baro olunca Türkiye bölünüyor mu? Doğruları yansıtmayan bir çıkıştır. Kusura bakmasınlar, biraz tarihsel olarak geçmişe baktığınızda, Türkiye’de olağanüstü dönemlerin ortaya çıktığı her süreç içerisinde, bazı baroların nasıl Türkiye’nin bu olağanüstü döneme geçiş süreci içinde yer aldıkları, daha açık söyleyeyim darbelere nasıl destek verdikleri de Türkiye’nin hafızalarında kayıtlıdır. Biz şunu biliyoruz; Ankara Barosu’nun açıklaması karşısında, baroya kayıtlı avukat arkadaşlarım bu görüşlere asla katılmadıklarını ifade ettiler. Bu madem bir meslek için dayanışma kuruluşudur dolayısıyla burada bir yarışın önünü açalım. İstiyorlarsa avukatlar belli sayıda bir araya gelerek isterlerse kendi barolarını kurabilsinler. Kimse ‘barolar siyasallaştırılmıştır’ demesin. Tam tersi zaten barolar siyasallaşmış vaziyettedir. ‘Bölücülük yaparlar’ deniyor. Kusura bakmayın, bazı büyük baroların yönetiminin, insan hakları kılıfı altında bölücü terör örgütüne destek olduklarını bilmiyor muyuz? Biz kimseye ‘sen şu faaliyeti yapma’ diye engel getirmiyoruz. Söylendiği gibi bir bölücülük değil, insanların kendi görüşlerini ifade edebileceği yeni platform oluşturulma konusundaki önünün açılmasıdır.”

    ‘MUTLAKA BUNLARIN CEZALANDIRILMASI LAZIM’

    AK Parti’li Kurtulmuş, sosyal medya düzenlemesine ilişkin ise şunları söyledi:

    “Sosyal medyayı biz bir özgürlük alanı olarak görüyoruz. Bu bir imkandır, fırsattır, görüşlerini ifade etme açısından. Bu imkanın arkasına gizlenerek, birtakım sahte hesapların arkasına gizlenerek kimsenin haysiyet cellatlığına soyunmasına, kimsenin bir diğerine hakaret etmesine müsaade edemeyiz. Öyle bir şey olamaz. Mutlaka bunların cezalandırılması lazım. Hele hele temel konularda, hakaret konularında çok hassas olmalıyız. Hele kadınlara karşı hakaret konusunda hepimizin aynı noktada durmamız lazım. Kötü söz söyleyenlerin, hakaret edenlerin, sosyal medyayı kötülük alanı olarak kullananların mutlaka kısıtlanması lazım. Sosyal medya bu alandan temizlenirse sosyal medya gerçekten özgür, seçkin, görüşlerini ifade edebilen insanların zenginleştirdiği çok nezih bir platform haline gelir. Bazılarının haysiyetsiz, şerefsiz şekilde karşısındakilerin haysiyetine saldırması asla kabul edilemez. Bununla ilgili düzenleme yapılması lazım. Bu sadece Türkiye’nin sorunu da değil. Bazı FETÖ’cü hesapların bunu nasıl yaptığını biliyoruz. Adam Türkiye’de de değil, yurt dışında sahte hesap üzerinden iftirasını atıyor, karalama kampanyasını başlatıyor, bunu örgütlü bir şekilde yapıyor. Onlar düğmeye bastığında bunların network’leri harekete geçiyor. Böyle örgütlü çevreler var. Bunların üstüne gidilmesi, hesabının sorulması lazım. Doğru sözü olan, sosyal medyayı önemli bir mecra olarak kullanmaya devam etsin. Sosyal medya mecraları dediğimiz şeyler belli şirketler aslında, burada en büyük hassasiyeti bu şirketlerin göstermesi lazım. Bu şirketlerin kendileri tarafmış gibi davranarak ülkelerin iç işlerine burunlarını sokmaması gerekiyor.”

    ‘AYASOFYA ŞİMDİ AÇILSIN’

    Kurtulmuş, “15 Temmuz’da Ayasofya’nın ibadete açılması planlanıyor, bu gerçekleşir mi?” sorusu üzerine “15 Temmuz’u unutmayacağız, unutturmayacağız. FETÖ ile mücadelede sonuna kadar devam edeceğiz. Ayasofya inşallah daha önce açılır. Yargıda devam eden süreç var. Bana sorarsanız şimdi açılsın, 15 Temmuz’u neden bekliyoruz? Temennimiz, yargının bu konuda müspet bir karar vereceği. Yani eski, bunun müze haline getirilmesini sağlayan Bakanlar Kurulu kararının uygun olmadığı şeklinde karar vereceği, bunun de otomatik sonucu olarak Ayasofya’nın ibadete açılacağını bekliyoruz, böyle ümit ediyoruz. Bu Türkiye için önemli dönüm noktası, bundan da birileri rahatsızlık duyuyor. İçimizdeki Bizanslıların bu konuda rahatsızlık duymasını asla kabul edemeyiz. Bütün partilerden çok yoğun destek vardır. Milletimiz Ayasofya’nın ibadete açılmasını dört gözle bekliyor” dedi.

    ‘GEREKİRSE BU SÖZLEŞMEDEN ÇIKILIR’

    İstanbul Sözleşmesi’ne de değinen Kurtulmuş, “İstanbul Sözleşmesi yeni gündeme gelen bir şey değil. Farklı kesimlerden, İstanbul Sözleşmesi ile ilgili olumsuz tepkiler vardır. Her gün halkın içinde olan birisiyim, gittiğimiz her yerde karşımıza çıkıyor. Biz buna karşı duyarsız kalamayız. Gerekirse bu konu hakkında adımlar atılır. Gerekirse nasıl girildiyse İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılır. Kamuoyunda yüzde 90, çok yüksek oranda destek ile farklı çevrelerden büyük destek geldi. İtiraz edenler de vardır. Türkiye öncü olan kadına karşı şiddetin önüne geçmektir. Gerekiyorsa oturur kadına karşı şiddeti ortadan kaldıracak ilave tedbirlerimizi alırız. Ama feminist bir dil ile yazılan ve bazı maddeler itibarıyla da maalesef bazı büyük olumsuzlukları bünyesine barındıran bu sözleşmeden çıkılır. Gerekli düzenlemeler parlamentoda yapılır” diye konuştu.

    ‘AK PARTİ’NİN OY KAYBI SÖZ KONUSU DEĞİL’

    Numan Kurtulmuş, kamuoyunu her zaman anketlerle takip etmeye gayret ettiklerini belirterek, “Bugün itibarıyla AK Parti en yakın siyasi rakibiyle arasında nerdeyse 2 katı mesafe olacak kadar açık ara birinci partidir. Milletin büyük bir desteği söz konusudur. Cumhur ittifakı da AK Parti ve MHP’nin toplam oyları da gerçekten geçen seçimde aldığımız oylar seviyesinde hatta üstünde görünüyor. AK Parti’nin oy kaybı söz konusu değildir. Biz buna rağmen bütün toplum kesimlerindeki farklı beklentileri takip ediyoruz ve biz kendi dersimize çalışıyoruz. Cumhur ittifakı olarak da ilkelerimiz bellidir. AK Parti ve MHP farklı partiler olmakla birlikte hangi konular üzerinde ittifak yaptı, ayan beyan ortadadır. Gizli kapaklı hiçbir görüşme söz konusu değildir. Teröre karşı mücadelede, Türkiye’nin emperyalizme karşı mücadelesinde, Türkiye’nin bölgesel sorunlarına karşı ortak mücadele vermede, temel milli meselelerde her iki partinin ortaklığı açık bir şekilde kamuoyu önünde devam etmektedir” dedi.

    ‘2021 BAHARINDA GENEL KONGREMİZİ YAPARIZ’

    AK Parti’li Kurtulmuş, ağustostan sonra ilçe kongrelerinin başlayacağını ve kasım- aralık aylarına kadar devam edeceğini, daha sonra ise il kongrelerini yapacaklarını söyledi. Kurtulmuş, “2021 baharında akışa göre genel kongremizi yaparız. Cumhurbaşkanımızın elini güçlendiren, cumhurbaşkanlığı sistemini güçlendiren temel unsur AK Parti’dir. AK Parti ne kadar güçlü ne kadar toplumsal mutabakatlarını kuvvetlendirmiş, toplumun içerisindeki temsil kabiliyeti ne kadar üst düzeye çıkarılmış olursa bu hem AK Parti’nin geleceği hem de Türkiye’nin sisteminin geleceği bakımından önemlidir. İl ve ilçe kongrelerimizde yenilenerek, partinin üstüne basarak yükselecek değil tam tersine bu davaya katkıda bulunacak, bu partiyi ve bu davayı sürükleyebilecek bilgiye, birikime, tecrübeye, ahlaka, fazilete sahip olan politik aktörlerle yolumuzu yürüyeceğiz. Bu cumhurbaşkanlığı sistemini çok daha güçlü ve verimli bir hale getirecek” diye konuştu.

    ‘ERKEN SEÇİM VE İTTİFAKLAR MESELESİ, GÜNDEMİ SAPTIRMA GAYRETİ’

    Kurtulmuş, seçim tartışmalarının gündemi saptırma çabalarının bir parçası olduğunu dile getirerek, şöyle konuştu:

    “Seçim üzerinden bir polemik oluşturulmaya çalışılıyor. Sayın Kılıçdaroğlu verdiği bir demeçte; ‘Kurultayı yapacağız, bu kurultayımız iktidar kurultayı olacak’ diyor. İktidar kurultayını açıklarken de arkasından bir ittifaktan bahsediyor. CHP, İYİ Parti ve HDP arasında yapılmış olan bir ittifak zaten söz konusuydu. Öyle anlaşılıyor ki birtakım görüşmelerle başka partileri de katma gayreti içerisinde. Biz her türlü iktidarın Türkiye’de olmasının meşru olduğu kanaatindeyiz. Ama ittifakların açık, samimi ve şeffaf olmasını öneririm. AK Parti ile MHP arasındaki ittifakın çerçevesi bellidir, açıktır, şeffaftır. Burada bir ittifak kurulacaksa samimi Kemalist seçmenle HDP seçmeni arasındaki ittifakın hangi ilkeler etrafında oluşacağını açıklamaları gerekir. AK Parti’den ayrılıp başka parti kurmuş olan kişilere de ‘bu ittifakın parçası olabilirler’ mesajını gönderiyor. Herkes ittifak kurabilir; ama temel ilkelerini söylesinler. İlkeler milletin önünde belirlenir ve ittifaklar da birtakım pazarlıklar üzerinden ortaya çıkmaz. Erken seçim meselesi, ittifaklar meselesi gündemi saptırma gayretiyle ortaya çıkıyor. CHP’ye kongresinde başarılar diliyorum. ‘İlkeler’ dedikleri şeyleri de Erdoğan karşıtlığı üzerinden dile getirmelerinin politik olarak karşılığı olmadığını ifade etmek isterim. Bu ancak birbirine benzemezlerin ‘Bremen Mızıkacıları’ gibi bir araya gelerek ortaya koyduğu birtakım siyasi fikirler olur.”

    ‘BELEDİYELERİN ŞİKAYET ETME HAKKI YOK’

    İstanbul’da, İzmir’de belediyelerin, yardımların hükümet tarafından kasıtlı olarak engellendiğini dile getirdiğinin hatırlatılması üzerine AK Parti’li Kurtulmuş, koronavirüse karşı her imkanı seferber eden hükümetin samimi olarak bu süreç içinde hizmet etmek isteyen hiç kimseyi engellenmesinin söz konusu olmadığını dile getirdi. Kurtulmuş, “Belediyeler ildeki hıfzıssıhha kurulları içerisinde salgınla mücadele kurulunun doğal üyeleridir. Ne şekilde yardım yapmak istiyorlarsa buraya gelirler, destek olurlar, sürecin parçası olurlar. Belediye imkânları dolayısıyla bu sürecin öncüsü dahi olabilir. Ama maalesef böyle bir yol izlemediler ve bunun üzerinden bir polemik oluşturmaya çalışıyorlar. Biz bu süreci cansiperane bir şekilde geçirmeye gayret ediyoruz. Belediyelerin bu konuda şikayet etme hakları yoktur” diye konuştu.

  • Ayasofya’ya yerli ve yabancı medya ilgisi

    Ayasofya’ya yerli ve yabancı medya ilgisi

    Danıştay 10. Dairesinde, Ayasofya’nın camiden müzeye dönüştürülmesine dair 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının iptali istemiyle açılan davanın duruşması dolayısıyla yerli ve yabancı medya mensupları, Sultanahmet Meydanı’nda canlı yayınlarla gelişmeleri takip etti.

    Danıştay 10. Dairesinde, Ayasofya’nın camiden müzeye dönüştürülmesine dair 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının iptali istemiyle açılan davanın duruşması bugün yapıldı. Daire Başkanı Yılmaz Akçil kararın daha sonra açıklanacağını belirterek, duruşmayı sonlandırdı.

    Gelişmeleri yakından takip eden yerli ve yabancı medya kuruluşları da davanın yansımalarını Sultanahmet Meydanı’ndan yaptıkları canlı yayınlarla izleyicilerine aktardı.

    Medya kuruluşlarının canlı yayınlarına katılan konuklar, dava ile ilgili değerlendirmede bulunurken bazı yabancı medya mensupları da bölgede bulunan turistlerle konuyla ilgili röportajlar yaptı.

    Ayasofya ile ilgili yargısal süreç

    Sürekli Vakıflar Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği, Ayasofya için ilk olarak 2005’te Danıştay’a dava açmıştı. Dernek, 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının iptali ve yürütmenin durdurulmasını istemişti.

    Danıştay 10. Dairesi, 24 Haziran 2005’te söz konusu Bakanlar Kurulu kararının yürütmesini durdurma istemini reddetmişti. Daire 2008’de ise Ayasofya Camisi’nin müze olarak kullanılmasında hukuka aykırılık bulunmadığına işaret ederek, davayı reddetmişti.

    Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, Dairenin bu kararını onamıştı. Dernek, 2016’da tekrar Danıştay’a dava açmıştı.

    Derneğin, Anayasa Mahkemesine yaptığı bireysel başvuru hakkında ise 2018’de karar verilmişti. Yüksek Mahkeme, Ayasofya’nın namaz kılınması için ibadete açılması yönündeki talebin reddedilmesi nedeniyle din ve vicdan hürriyetinin ihlal edildiği iddiasıyla yapılan başvuruyu, “incelenmeksizin kişi bakımından yetkisizlik” nedeniyle kabul edilemez bulmuştu.

  • ABD’den Ayasofya açıklaması

    ABD’den Ayasofya açıklaması

    ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Türkiye’ye Ayasofya’nın müze statüsünün devam ettirilmesi çağrısında bulundu.

    Pompeo, yaptığı açıklamada, Türkiye’nin Ayasofya’yı yaklaşık 100 yıldır müze olarak yönettiğini anımsatarak, “Türkiye Cumhuriyeti’ne katkıda bulunan inanç geleneklerine ve çeşitli tarihlere saygı sözünün örneği olarak, Türkiye hükümetini, Ayasofya’nın müze statüsünü devam ettirmeye ve burasının herkes için erişilebilirliğinin devamını sağlamaya çağırıyoruz.” ifadesini kullandı.

    Ayasofya’nın 1500 yıllık tarihiyle dini ifade ile sanatsal ve teknik dahiliğe bir örnek teşkil ettiğini belirten Pompeo, Ayasofya’nın müze statüsünün, tüm dünyadan insanların bu yapıya erişimini sağladığını kaydetti.

    Pompeo açıklamasında şu ifadelere yer verdi:

    “ABD, Ayasofya’nın statüsündeki herhangi bir değişikliği, bu olağanüstü binanın mirasını ve binanın emsalsiz bir şekilde farklı inanç ve kültürlere köprü olarak insanlara hizmet kabiliyetini eksiltmek olarak görmektedir. Türkiye hükümeti ile dini ve kültürel alanların korunması da dahil, geniş çaptaki karşılıklı çıkar konularında birlikte çalışmaya devam etmek istiyoruz.”

  • Ermeni Patrik’ten Ayasofya açıklaması

    Ermeni Patrik’ten Ayasofya açıklaması

    Türkiye Ermenileri Patriği Sahak Maşalyan, Twitter hesabından yaptığı paylaşımda, Ayasofya’nın ibadete açılması tartışmalarına ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

    Ayasofya’nın on bin işçinin emeğiyle bir servet harcanarak kurulduğunu aktaran Maşalyan, şunları kaydetti:

    “Ayasofya on bin işçinin emeğiyle, bir servet harcanarak kuruldu. 1500 yıllık sayısız onarım, Fatih Sultan Vakfının emekleri, hepsi bu Mabet ibadet yeri olarak korunsun diyeydi. Müze olsun diye değil.

    Meraklı turistlerin fotoğraf çekmek için oraya buraya koşuşturması yerine diz çökmüş imanlıların saygı ve huşuyla secde kılmasının, Mabedin fıtratına daha uygun olduğunu düşünüyorum.

    Ayasofya ibadete açılsın. Mabet yeterince büyük. Hristiyanlara da bir alan tahsis edilsin. Dünya dinsel barışımızı, olgunluğumuzu alkışlasın. Ayasofya çağın ve insanlığın barış sembolüne dönüşsün.

    Çok mu ütopik? Zaten hepimiz aynı gök kubbenin altında yapmıyor muyuz ibadetlerimizi? Ayasofya’nın kubbesini de paylaşabiliriz. İtikatlarımız ayrı olsa da aynı tek Allah’a inanmıyor muyuz?

    1000 yıl Hristiyan, 500 yıl Müslüman dualarını duvarlarına emmiş ve onları gizemli varlığında sentezlemiş mabedin buna bir itirazının olacağını zannetmiyorum.

    Mabede girin, sessizliği soluyun ve öğrenin ondan. Aya Sofya, “Kutsal Bilgelik” mabedi seyrettiği 1500 yüzyıllık insanlık tarihinde barıştan daha değerli bir şeyin olmadığı öğüdünü verecek size.

    Yeni bir haç ve hilal ihtilafı lüksümüz yok. Dünyanın kurtuluşu haç ve hilal ittifakıdır. Böyle bir barışı dünyaya armağan etme onuru Türkiye Cumhuriyeti Devletine yaraşır.”